Komünist Hareketin Güneş Tutulması ve Yeniden Ortaya Çıkışı - Gilles Dauvé and François Martin

Submitted by Spassmaschine on July 6, 2009

Antagonism Press'in Türkçe Baskıya Önsözü

Bu kitabı neden Türkçe olarak basıyoruz?

Orijinal metinler, Fransa'daki "68 Mayıs" hareketinin hemen ardından yazılmıştır ve fazlasıyla Batı Avrupa politik çevrelerine hitap etmektedir. Kitapta sınıf mücadelesine ilişkin verilen bütün örnekler, tek istisna Polonya olmak üzere, Batı Avrupa ve ABD'nden seçilmiştir. Sendikaların rolüne ilişkin tartışma, 1968'de (bugün de öyledir) işçilerin sendikaşma düzeyinin son derece yüksek olduğu ve sendikaların ekonomik planlamada büyük rol oynadıkları (bugün de oynamaktadırlar) Fransa'daki durumla çok yakından ilgilidir. Fakat bütün bunlar, burada, kapitalist toplumun evrensel bir analizinin yapıldığını görmezden gelmemize yol açmamalıdır. Bu yalnızca, sermayenin temel kategorilerinin -ücretli emek, emtia üretimi - her yerde var olmasından dolayı böyle değildir. Sermayeyi savunan kurumların, örneğin ordunun, polisin ya da sendikaların ve siyasi partilerin rolü de her yerde temel olarak aynıdır. Bu kitaptaki makalelerde tartışılan eğilimlerin çoğu - özellikle de başlıca politik programların savunucusu olan tüm politik parti ve sendikalar, kendilerini 1968'de olduğundan çok daha kesin bir şekilde ortaya koymuş bulunmaktadırlar.

Bu kitabı, herşeye yanıt veren, komünist teorinin bir çeşit Kuran'ı olarak gördüğümüz için basmıyoruz. Tersine, bir çok yoldaşın fikirlerinde, 1974'den beri oldukça önemli gelişmeler oldu! Fakat biz, bu kitabı, hâlâ, "Sol Komünist" geleneğin bir çok görüşüyle, bu geliştirilen fikirlerin olumlu bir sentezi olarak görüyoruz. Bu kitabın önemi, geniş çaplı bir politik tartışma ve (dolaylı da olsa) İngilizce konuşulan dünyada sınıf mücadelesi faaliyeti içinde bulunan aktivistler için bir kalkış noktası oluşturmasıdır (Fransa'da benzeri bir görüşü ifade eden yayınlar bu kadar nadir değildir). Bu yüzden bu kitabı, bizimkinden farklı coğrafi bölgelerde yaşayan ve farklı bir geçmişe sahip devrimcilerle bir diyalog kurmanın aracı olarak görüyoruz.

Bu kitapta hiçbir kararsızlık gösterilmemesi özellikle hoşumuza giden bir noktadır. Hemen hemen bütün cümleler önemli bir şeylere işaret eder gibidir (ve bu yüzden de tartışma açıcıdır!). Kitap genellikle polemiksel ve düşmanları suçlayan bir stile sahip olduğundan birçok kişi, onun fazlasıyla iddialı ve katı olduğunu düşünebilir. Bütün kusuru bu olsun yeter ki! Bu kitap kimseye akıl hocalığı yapmıyor. Küçük çocuklara niçin komünist olmaları gerektiğini sabırla anlatmaya kalkışmıyor (örneğin Stalinistlerden ya da liberallerden farklı olarak). Hoşumuza giden noktalardan biri de bu. Bu kitap nasıl yazılmış olursa olsun, isterse en kibar bir dille, mümkün olan en "sekter olmayan" biçimde yazılsın, onu "fazla teorik" - değer verdikleri şeylere karşı fazlasıyla eleştirel bularak reddedenler ya da anlamamakta ısrar edenler olacaktır . "Dönüştürülecek" kişiler olarak değil, ama potansiyel yoldaşlarımız olarak gördüklerimizle, şimdiden "aynı yolda" olduğumuzu hissediyoruz.

Antagonism Press, 1998

Türkçeye Çevirenin Önsözü
Ahmet Ağaoğlu'nun ve Suphi Nuri İleri'nin, 1930'lu yıllarda "Marxizm külliyatının" çevirisine ilişkin katkılarını bir tarafa koyarsak, Türkiye'de Marxist literatür esas olarak, sol hareketin büyümeye ve kitleselleşmeye başladığı 1960'lı yıllarda çevrilmeye ve basılmaya başlandı. 1960'lı yılların başlarında Sosyal Yayınlar'ın Plehanov ya da Marx'tan yaptığı çeviriler daha çok felsefî ağırlıklıydı. Sol hareket, öğrenme aşamasından, politik aşamaya geçtikçe, Marxist literatürden yapılan çeviriler de politikleşti ve "güncel"leşti. Marx ve Engels'in eserlerini, Lenin, Stalin ve Mao Zedung'un daha "stratejiye" yönelik kitapları izledi. Bu "klasikleri" adeta bir devlet kurumu ciddiyetiyle ve belli bir hiyerarşik düzende ortaya süren Sol Yayınları'nın yanısıra, sol içindeki "sapkın" eğilimleri basan yayınevleri de vardı. Örneğin, Stalinist Türk sol geleneğinin bütünüyle dışladığı Troçki'yi anlatan Deutscher'in üç ciltlik kitabı, Tektaş Ağaoğlu'nun çevirisiyle Ağaoğlu Yayınevi tarafından '60'ların sonlarına doğru basılmıştı. Doğrudan doğruya Troçki'nin kitaplarını Türkçeden okuyabilmek için ise '70'lerin sonlarını ve 80'leri beklemek gerekecekti.

Öte yandan, Marxsist klasikleri, özellikle de resmi Marxizmi okuyan herkes, 1917 devrimi sırasında ortaya çıkan ve 1920'lerin başlarında Komintern'den ihraç edilen bir "sol sapmadan", bir sol- komünist hareketten, özellikle Lenin'in Sol Komünizm - Bir Çocukluk Hastalığı adlı kitabı aracılığıyla haberdar olmuştur. Lenin, o kitapta, özellikle, Alman Komünist Partisi içinde önemli roller oynamış Hollandalı Pannekoek'in ve İtalyan Komünist Partisi'nin o zamanki lideri Bordiga'nın şahsında, sol komünistlere şiddetli saldırılar yöneltmiştir. Doğrusunu söylemek gerekirse, biz Türkiyeli solcular, sol komünistler hakkında ne biliyorsak, bunu Lenin'den, Lenin'in o meşum kitabından öğrenmişizdir. Ve gerisini de fazla sorgulamamışızdır. Böylece, sol komünistler, bir çok şey gibi, resmi tarihin ağırlığı altında ezilmiş, gözlerden uzak tutulmuş ve kendilerini doğrudan doğruya anlatma olanağını bulamamışlardır. Hele, komünizm denince, Lenin ve Stalin'den başka bir şeyin anlaşılmadığı, meydanlarda komünizm adına beş erkek kafasının dolaştırıldığı Türkiye'de!

Antagonist Pess'in, Türkçe baskıya yazdığı önsözde içeriğe ilişkin daha ayrıntılı açıklamalar bulacağınız, bu kitabı çevirmemizin nedeni, bir de böyle bir eğilimin, böyle bir akımın var olduğunu, birbirinin gözünü oyan her türden komünist eğilim ve geleneğe, onlardan farklı bir şeyler söyleyen farklı türde komünistlerin de bulunduğunu, komünizmle Leninizmi aynı şey olarak anlayan komünistlere, Leninizmi başından ve kesin olarak reddeden devrimci bir komünizm akımının da var olduğunu göstermek ve en nihayet, Türkiye'deki komünist tartışma ıskalasındaki bir eksikliği gidermek üzere oraya sol komünistleri de yerleştirmektir. Alternatiflerden birinin bile eksik olması, tartışmanın sağlığı açısından önemli bir eksikliktir çünkü. Öte yandan önemle belirtmeliyiz ki, bu kitaptaki fikirler, yukarda sözünü ettiğimiz, 1920'lerdeki sol komünist hareketten kaynaklanmakla birlikte, bir sol komünist klasiği değildir ve öyle okunmamalıdır.

Bütün bu söylediklerimiz, kitapta yazılanlara bütünüyle katıldığımız anlamına gelmiyor elbette. Hatta diyebiliriz ki, kitapta yazılanlarla oldukça önemli noktalarda ciddi fikir ayrılıklarımız söz konusudur. Örneğin, "proletarya diktatörlüğü" denen şey, kitapta, bugüne kadar bilinegelen diktatörlük tanımından ne kadar farklı bir şekilde kullanılmış ve yazarların böyle bir "diktatörlükten," yeni polis ve ordu güçleri inşa etmeyi kastetmedikleri ne kadar anlaşılmış olursa olsun, bu tanımla fikir birliği içinde olamayacağımız ortadadır. Öte yandan, yazarların, fazlasıyla ortodoks Marxist bir tutum takınarak, Marx'ın parti anlayışını aklamaya ya da bizzat Marx'ın parlamentarist yönelimlerini görmezden gelmeye çalışmaları ya da keza aynı kaygıyla yer yer kendileriyle de çelişecek ölçüde "modernist" ve "progressif" bir tutum alarak kapitalist emtia üretiminin dünyayı işgal etmesini onaylamaları da katılabileceğimiz görüşler değil. Ama buna rağmen, sendika kuyrukçuluğuna, parlamentarizme, seçimciliğe, Leninist "öncü" parti görüşüne, burjuva liberal "anti- faşist mücadele" anlayışına indirdikleri devrimci darbeler de desteklenmeyi fazlasıyla hakediyor.

Bora Sarayova

1 Kasım 1998
Londra

Kitabın 1997 yılı İngilizce Baskısına Giriş

GELECEĞİN ÖTESİNDE

Hiçbir iz bırakmadan ortadan yok olan
Sınıf çatışmasına ilişkin en iyi filmlerinden biri, Paris'in varoşlarındaki Wonder fabrikasının -pil fabrikası- dış kapısının önünde, 10 Haziran 1968 günü çekilen, 10 dakikalık, kısa ve çarpıcı filmdir. Çoğu kalifiye olmayan, düşük ücretli, genellikle kirli kimyasal işlerde çalışan, ikinci sınıf muamelesi gören kadınlardan oluşan işçiler. 13 Mayıs'ta greve gittiler ve şimdi yeniden işe dönüyorlar. Onların daha iyi iş koşulları için patrondan kopardıkları tavizler, mücadeleye harcadıkları enerjiyle kıyaslanamaz bile. Tartışan grubun ortasında, yirmilerinde bir kadın, yarı bağırarak ve yarı ağlayarak, işe dönmeyeceğini şöyle ifade ediyor:

"Hayır, kimse beni ikna edemez. Oraya yeniden asla adımımı atmam! Gidin de görün nasıl bir bok çukurundasınız... nasıl pislik içinde çalışıyoruz..."

1996'da, bir dökümanter görüşmede o greve katılan insanlar: erkek ve kadın işçiler, ustabaşılar, bir troçkist memur, bölüm sorumluları, sendika aktivistleri, o genç kadını işe dönmeye razı etmeye çalışan Komünist Partisi'nin yerel lideri. Fakat kadın hiçbir iz bırakmadan ortadan yok olmuş. Onu hatırlayan birkaç kişi var. Olaylardan hemen sonra fabrikadan ayrılmış ve kimse ona ne olduğunu bilmiyor, ilk ismi olan Jocelyne dışında adının tamamını bilen bile yok.

Cevap verilmesi gereken tayin edici bir soru var, bu soru, Jocelyne'nin gösterdiği tepki: "normal", huzur içinde bir hayat, alışkanlıklar ve belirlenmiş standartlar bütün ağırlıkları ile üstümüzde ve pratikte boyun eğmek kaçınılmaz. Fakat ne zaman milyonlarca grevci kolektif gücü inşa eder, o zaman Devlet çaresiz kalır, medyanın yazdıklarının hiçbir değeri kalmaz, bütün ülke tam bir değişikliğin eşiğine gelir ve onlar kendilerine verilen zamların enflasyon tarafından yenip yok edildiğini, niçin gelecek otuz yıl, o bildikleri korkunç ya da yumuşak sefalete geri döndüklerini anlarlar.

Bazıları, Jocelyne ve çalışma arkadaşlarının aydınlanmadıkları ya da gerçek ışıkla karşılaşmadıkları yanıtını verecek, bazıları işçilerin örgüt yokluğundan muzdarip olduğunu ileri sürecek, akıllı adamlar Mayıs 68'in, kapitalist evrimin, ön gereklilikleri henüz yaratmadığı için başarısızlığa uğradığını açıklarken, diğerleri kendiliğindenlik eksikliğinden dem vuracaklardır...

Okuyacağınız makaleler, sorunun çözümü değildir - doğru cevapları bulmak zorunda olduğunuz matematik sorusu ya da bilmece de değildir - bu makaleler yalnızca en başta gelen soruyu sormaktadırlar.

Aslında, makalelerden biri olan, Sınıf Mücadelesi ve Son Yıllardaki En Belirgin Özellikleri, Wonder fabrikasındaki işçilerin, diğer bir çokları gibi işe geri dönmesinin üzerinden çok geçmeden kavramlaştırılmıştır. Leninizm ve Aşırı Sol, 1969'a geri dönüyor. Kapitalizm ve Komünizm, örneğin Renault'da onu dağıtan çok sayıda işçinin ricası üzerine, 1972'de yayınlandı.

Wall Street Berlin Duvarına Karşı
Üç makale de, resmi, akademik ya da solcu "marxizm" ideolojisine karşı komünizmi yeniden canlandırmayı hedeflemektedir.

Niçin kendimizi komünist olarak adlandırıyoruz?

O, sözlük anlamından çok, belli bir yönetici düzenin zorla çalıştırma uygulaması olarak anlaşılmaktadır. "Özgürlük", "otonomi", "insanlık" ve diğer bir çokları gibi, komünizm sözcüğü de, çarpıtılmış, tersine çevrilmiş ve günümüzde, yardımsever/totaliter bir devlet diktatörlüğü altındaki yaşamla eş anlamlı kullanılır olmuştur. Yalnızca özgür, otonom, komünist uyanış, bu sözcügü yeniden anlamlı hale getirecektir.

Genel geçer mantık, her ne kadar radikal düşüncenin modasının geçtiğini ileri sürüyorsa da, son 25 yıl, onun geçerli olduğunun delilleriyle doludur.

Neyin modası geçmiştir?!

Sınıf mücadelesinin mi? Üretim araçlarından yoksun kılınanların, onları ele geçirmek için savaştıklarını (ve genellikle yenildiklerini) anlamak için Marx'ın 2000 sayfalık kitabını okumaya gerek yok.

Mal üretmek için zorunlu ortalama sosyal süre tarafından belirlenen değer mi? Zaman kıtlığının uygarlığımız için bir takıntı haline geldiği çok açıktır! Kompüter sistemlerinin yayılması, elektronik ulaşım sistemleri ve her köşebaşında gördüğümüz telefon kulübeleri dolaşımı hızlandırmayı amaçlıyor. Hayatın, alışveriş, eğlence gibi faaliyetlerinden biri olan çalışma, gittikçe daha hızlı bir hale gelmiş bulunuyor. Paul Virilio, ekonominin nasıl, eşya değil, hız ürettiğini ve aslında eşyanın da hız üretimine hizmet ettiğini açıklamıştı. Virilio bir marxist olduğunu ileri sürmese de, dünyanın, herşeyi başarmak için gerekli zamana indirgenmiş olmakla, yani asgari zaman - değer tarafından yönetilen bir duruma gelmiş olmakla övündüğüne işaret etmiştir.

Bu dünyanın sürükleyici gücü olarak kâr etmek mi? Hayatının yirmi yılını verdiği bir işletmede işinden atılan herkes, bir şirketin kendini sürekli büyütmek için değer birikimi yoluna gittiğini ve bunun önüne çıkan her engeli ezip geçtiğini görebilir.

Batıda fabrika işçilerinin sayısının düşmesini, Berlin Duvarının çöküşünü ve aşırı sol grupların dağılıp gitmesini, komünizmin nihaî çöküşü olarak niteleyenler, mavi yakalıları iyi kalpli olarak resmedip, sosyalizmi planlı ekonomi ile eşitleyenler ve sokaklarda Kuzey Vietnam bayrağıyla yürümeyi bir marifet sananlardır.

Sözde sosyalist ülkelerin çöküşü, ekonominin nasıl işlediğini gösterdi. Hem Doğu, hem de Batı, birikim krizine gitmektedir. Kârlılığın yeniden kazanılmaya çalışılması, Cleveland'da yeni bir üretim sistemini, Kremlin'de de yeni bir politik sistemi gerektirdi. Devlet kapitalizmi, halk totalitarizmden bıktığı için değil, fakat artık kendini sürdüremediği ve baskısı işe yaramadığı için başarısız oldu.

Merkezileşmiş ekonomik planlama, gelişmiş sermaye endüstrileri için koşulları hazırlamaya yaradı; ve bürokratik iktidar, bir yandan köylülerle, diğer yandan işçilerle bir uzlaşmaya dayanıyordu (hayat boyu iş, artı asgari sosyal güvenlik, politik itaatle mübadele edilmişti: periyodik temizlikler bile toplumsal mevki kazanmaya katkıda bulunuyordu ve bu yüzden işçiler bürokratları destekliyordu). Bu, 1930 Rusya'sı için uygun olabilirdi, fakat bırakın 1980 Doğu Almanya'sını ya da Çekoslovakya'sını, 1980 Rusya'sına bile uygun değildi. Kapitalizm, birbiriyle karşı karşıya gelen biriktirilmiş değerlerin çatışan kutupları arasında bazı rekabet biçimlerine ve bu yüzden belli ölçüde politik ve ekonomik rekabete ihtiyaç duyar.

SSCB'nin yıkılışı, Marx'ın nihai yanlışlanışı değil, Das Kapital'in doğrulanmasıdır. Politbüro kendi iç pazarıyla başa çıkabildi, ama dünya ticaretinin baskısına dayanamadı. Liverpool'da binlerce işçiyi işten atan aynı pazar güçleri, Moskova'da meta ve para selini önleyen bürokratik hendekleri yıkıp geçti. O hayalet hâlâ karşımızda, diye yazıyordu Wall Street Journal 1991'de, 1848 Manifesto'suna atıfta bulunarak: "Marx'ın analizleri, onun düşüncesi temelinde kurulan, ama onun reçetelerine bağlı kalmayan komünist rejimlerin şaşırtıcı dağılışına uygulanabilir."

1968 ve ondan geri kalan
Örneğin I. Dünya Savaşından sonra, önce işçi ayaklanmaları oldu, hem Devletle, hem de işçi hareketinin kurumsallaşmasıyla açık çatışmalara girildi ve bir çok şiddet olayı yaşandı. Fakat 1970'ler cıvarında, bu ayaklanmada daha global ve derin bir şeyler vardı. 1871, 1917-21 ya da 1936-37'nin tersine, endüstrileşmiş ülkelerdeki sermaye, hayatın bütün alanlarına girmiş, günlük davranış ve ilişkileri metaya dönüştürmüş ve toplumu kendi hakimiyetinde birleştirmişti. Politika, politik programların karşısında yenilgiye uğramıştı. '68'de Fransız sendikaları ve işçi partileri, 3 hafta süren, 4 ya da 5 milyonluk bir grevi bastırabilmişlerdi, ama "burjuva" partilerinin programına karşı artık bir alternatif platform ortaya koyamıyorlardı. Genel greve katılanlar, birazcık daha refahtan ve muhtemel bir Sol hükümetten daha fazlasını umut etmiyorlardı. Sol iktidardayken Devlet müdahalesine, oylar sağa kaydığında piyasa güçlerine vurgu yapan karma ekonomi, o günün düzeniydi.

Emtia ilişkileri, basit insan ilişkilerine aracılık eder. Yeterince zenginseniz Amerikan rüyanızı satın alabilirsiniz. Fakat satın alsanız bile, yalnız güzel bir araba almakla yetinmeyeceksiniz, ardından TV'deki bir başka araba reklamı gelecektir. Afişlerde malların daima en güzeli bulunur. Rusya stili bir işçi cenneti artık geçerli olmadığında, tabiatıyla ulaşılamayacak tüketici cenneti ortaya çıkar. Böylece, Demir Perdenin diğer yanında, sahnenin bu yanındaki tatlı rüyalar ülkesinde, fabrika aracılığıyla geleceğe ulaşılamaz. Sonuç olarak, işyeri, daha iyi bir dünyayı inşa etmeye başlanan bir yere dönüşür. 1967'de yayınlanan Situationist International'in kitabı olan, Society of the Spectable, her ne kadar zamanında çok az okuyucu bulmuşsa da, yaklaşan eleştirilerin habercisiydi. Doğrudur, o dönem aynı zamanda, sonunda XX. yüzyıla adım atan çok sayıda düşük ücretli mazlum işçi için sendikalaşma anlamına geliyordu ve işçi sınıfının yalnızca küçük bir azınlığı toplumun reddini seslendirdi, özellikle genç olanları, emek gücünün aşırı ucu olarak isyan etti. Fakat dünya çapında grev ve isyan dalgası, onun karakteristiklerinin altında yatanlar ele alınmadıkça anlaşılamaz: fabrika ve büro yaşamından kitlesel bir uzaklaşma. "Kim çalışmak ister?" diye soruyordu Newsweek, 70'lerin ortalarında.

Bununla beraber, işyerlerindeki hemen hemen bütün oturma grevleri, işyerlerini kapladı ve daha ileri gitmedi. Bütün itaatsizlik eylemleri (1971'de Polonya'daki grevcilerin gaz ve ulaşım hizmetlerini ellerine geçirmeleri, İtalya'da otobüs sürücülerinin yürüttüğü "sosyal" grevlerde işgale gitmeleri, bilet satışlarında kendiliğinden indirim yapmaları, hastane çalışanlarının ve süpermarket kasiyerlerinin ulaşım, sağlık ve parasız yiyecek hizmetlerini sağlamaları, elektrik işçilerinin, bürokratların ya da şirketlerin elektriklerini kesmeleri ve daha binlerce örnek) bir komünleştirme başlangıcına zorlukla dönüştü. İşe engel olma ve emtianın ihlali, emtia olarak işe, yani ücretli emeğe saldırıya dönüşmedi. Hapishaneden çocuk eğitimine kadar herşey yaylım ateşe tutuldu, ancak bu saldırı esas olarak negatif alanda kaldı.

Toplumu dönüştürmede yaratıcı girişim eksikliği, kapitalizme gücünü geri verdi.

Tarihi ayaklanmaların doğum ve ölüm tarihleri olmamakla birlikte, Fiat bir sembol olmaktan çok, bir köşe taşıdır. Bantların sürekli durdurulması, kitlesel işten kaçmalar ve çalışma yerinde toplantılar, Turin firmasının yıllarca başını ağrıttı. Gerçi örgütlü düzensizlik, olumsuzlamayı, bazı şeyleri olumlamanın üstüne çıkartmadı. Böylece yönetim, işlerinden endişelenen ve bıkkınlığın da yardımıyla pasifleşen çoğunluğu, azınlıktan (aslında geniş bir kitle) koparabildi. Radikaller, yerine yeni birini koyamadıkları sosyal bir mantık karışıklığı içine girdiler. Şiddet (hatta silahlı şiddet) eylemleri tedricen işyerinden koptu. 1980'de şirket, 140.000 işçiden 23.000'inin işine son verdi; fabrika, 35 gün greve gitti, sonunda 40.000 Fiat işçisi, greve rağmen sokağa atıldı. Sonra sendikalar 23.000 işçiye devlet yardımı bağlanması koşuluyla uzlaşmaya gittiler ve ardından binlerce ve binlerce işçi işten atıldı. Bu, 60-70'lerin sosyal dalgasının sona ermesinin dönüm noktası oldu.

İşçinin hüznü
O zamandan beri, işçi sınıfının yenilgisi, onun, sürekli hareket halindeki muhalefete karşı savunmacı bir tutum takınmasına yol açtı. Madenlerde ve işyerlerinde derinden kök salmış olan işçi militanlığı yeniden yapılanmaya direnemedi. Emek, sermayenin ihtiyacı olduğu ölçüde güçlüydü. Aksi taktirde o, işçi topluluğundan aldığı destekle yıllar boyu işten çıkarmaları önleyebilir, ama ilelebet kâr getirmeyen bir emek gücü olarak kalamazdı. 70'lerde ve 80'lerde işçiler çok sayıda örgüte sahipti, fakat kaybettiler, ekonomi onları toplumsal silah olma fonksiyonlarından yoksun bıraktı. Hiçbir şey, sermayeyi, kiralanmış emekten yararlanmaktan alıkoyamaz.

Aynı zamanda, işyeri içinde ve dışında tabanın faaliyet organları olan otonom "eylem komiteleri" ve "taban grupları" dağılıp gitti. Fransa'da, demiryolları (1986) ve hastabakıcı (1988) grevlerinde yeni eşgüdüm örgütleri ortaya çıktığında, bunlar da işlevlerini sürdüremediler ve dağıldılar (çok azı enerjilerini yenilenen biçimlere, "taban yanlısı" olarak ayrılmış sendikalara aktarabildi ve böylece sermayeye entegre oldular).

Yıllar boyu, küçük bir azınlık, çalışmayla ve tüketim toplumuyla bağlarını keserken, bant çalışmasındaki işçiler robotlar gibi hareket etmeyi reddettiler. Sermaye, buna, onların yerine gerçek robotlar yerleştirerek, milyonlarca işçiyi bastırarak, kalifiye olmayan işçilerin terkettiği işleri yenileyerek, yoğunlaştırarak yanıt verdi. Aynı zamanda, büyük özgürlük tutkusu, özgürlüğün satın alınmasına dönüştürüldü. 1960'da, günün birinde, 12 yaşında bir kız çocuğunun, kendi plastik kartıyla bir bankamatikten para çekebileceğini kim hayal edebilirdi? Parası - onun özgürlüğüydü... 68'in ünlü sloganları olan, Asla çalışma! ve İmkansızı iste! insanlar iş güvenliğinden yoksul bırakıldığında ve daha bol ve hayal kırıcı malları almaya zorlandıklarında bir alay haline gelmektedir.

Birçokları bugünü, 20'ler ve 30'lardaki - faşist tehdit de dahil - durumla kıyaslıyor. Fakat, 1917 ile II. Dünya Savaşı arasında meydana gelen ayaklanmaların ve silahlı karşı-devrimin tersine, bugünün proletaryası öne çıkamamakta, giderek, işsizliğe ve gündelikçiliğe batmış işçi sınıfının geniş kesimlerine masolmaktadır. Winston, eğer bir umut varsa, o da proleterlerdedir, diyordu 1984'de. Sanki 1984 gerçeğinin çoğu proleteri, bu tarihten birkaç yıl önce ayağa kalkarak dünyayı ellerine alan, ya onu kabul etmeyi reddeden ya da onu değiştiren proleterler değildi. Onlarca yıl önce, onların dedeleri ellerinde silah, kendilerini fabrikaya kitlemişlerdi (İtalya, 1920); savaşmış ve ölmüşlerdi, fakat işyerleri sonunda yine patronların eline geçmişti. Bu sefer yalnız bir avuç işçi silaha sarılmıştı (ve işsizliğin gelip çatmasıyla daha da azı: kimse kapanmış fabrikaya ateş etmezdi). Böylece, aslında yaşanan, bir yenilgiden çok, bir başarısızlıktı. Tıp oyununda ayağı havada kalan bir oyuncu gibi: o, ayağını yere basamayacaktır ve "tıp" diyenler kazanacaktır.

O oyun kaybedildi, bunu inkâr edecek bir şey yok. Kapitalizm kazandı, 25 yıl öncesinden daha akışkan ve daha ruhanî bir havada, ama soyut, pasif, görüntüsel ve olumsuz yoldan, herşeyi evrenselleştirdi. 60'ların bir reklam afişinde bir otomobil işçisi, yeni bir arabanın fotoğrafına bakıyor ve hayretle soruyor: "Kim imal etti bu modeli?" Zorunlu olarak part-time ya da değişken saatlerde çalışan 2000 yılının araba işçisi, çocuğu, babasını ve kendisini günün birinde "küçültebilecek" mikroçipleri kullanarak bir video oyunu oynarken, TV'de Arabaların çarpışmasını izleyecektir. İnsanlık daha önce hiçbir zaman bu ölçüde birleştirilmedi ve bölünmedi. Milyarlar aynı ekranı seyrediyor ve iyice bölünmüş hayatlar yaşıyor. Mallar, aynı zamanda hem yığınla üretiliyor, hem de bulunamıyor. 1930'da, milyonlar işten atıldı, çünkü devasa bir ekonomi çökmüştü. Şu anda onlar, büyüme çağında işsizlik parası alıyorlar, çünkü sağlığına kavuşan bir ekonomi bile, 30 yıl önce olduğu gibi, işsizler olmadan kâr edemiyor. Bir çok bakımdan, 70'lerin kârlılık krizinin uzağındayız ve iş topluluklarının çoğu, öncesine göre daha iyi durumda. Emek üretkenliğinin çok fazla artmasının, sermayeyi, kâr etmek için, daha fazla emek kiralama ihtiyacından uzak tutması, bir paradoksdur.

Büyük umutlar
1900'de ya da 1936'da varolan işçi hareketi, ne faşist baskı tarafından ezilebildi, ne de trasistörlerle ya da buzdolaplarıyla satın alınabildi: o, proletarya koşullarını ortadan kaldırmak yerine, bu koşulları korumayı hedeflediği için, değişikliğin gücüyle kendi kendini yıktı. En iyi haliyle, o, emekçi kitleler için daha iyi bir yaşam elde etti, en kötü haliyle de emekçileri dünya savaşlarına sürükledi. Bütün bunlar artık geçmişte kaldı ve işçi kültürü hakkındaki filmlerin popülaritesi, bu hareketin gerçeklikten çıkıp hafızalara ve müzelere gömüldüğünün kesin işaretidir. Stalinistler, sosyal demokrasiye ve sosyal demokrasi ortanın soluna dönüştü. Herkes sağa döndü ve yakında troçkistler kendilerini radikal demokratlar olarak adlandıracaklar. Bir zamanların devrimci çevreleri umutsuzluk ve nostaljiye gömülmüş bulunuyor. Bize gelince, Brejnev'in komünist olarak adlandırıldığı ve aslında aşırı sol olmaya çalışan grupları destekleyen gençlerin sokaklarda enternasyonal söyleyerek resmi geçit yaptıkları zamanlara ağıt yakacak değiliz.

Eski emek hareketinin amacı, aynı dünyayı devralmak ve onu yeni tarzda yönetmekti: iş zamanlarını azaltmak, üretimi geliştirmek, işçi demokrasisini gerçekleştirmek (en azından prensipte). Yalnızca "anarşist" ve "marxist" küçük bir azınlık, Devletin, emtianın ve ücretli emeğin yıkılması anlamında farklı bir toplumu savundular, gerçi bu, bir süreç olarak tanımlanmaktan çok, iktidarın ele geçirilmesinden, adamakıllı uzun bir geçiş devresinden sonra pratiğe konacak bir şey olarak savunuldu. Bu devrimciler, komünizmi, sınıf ve Devlet iktidarının temellerini oyacak bir eylemin toplumsal hareketi olarak kavrayamadılar ve her köklü ayaklanmada (Rusya 1917-19, Katalonya 1936-37...) yeniden ortaya çıkan açık, kardeşçe komünist ilişkilerin yıkıcı potansiyelini yanlış anladılar.

Komünizmin kapitalist önkoşullarını yaratmaya artık hiçbir şekilde gerek kalmamıştır. Kapitalizm her yerdedir, sınıf ayrılıkları 100 ya da 50 yıl öncesinden çok daha görünür bir şekilde ortadadır. Kol işçileri, fabrika sahibini bir bakışta tanımakta, onun düşmanı olduğunu bilmekte ya da düşünmekte ve arkadaşlarıyla birlikte patronu kovaladıkları günleri özlemektedir. Bugün sınıflar varlıklarını sürdüyor, fakat bu büyük ölçüde tüketimde kendini ortaya koymaktadır ve kimse kamusal endüstriden daha iyi bir dünya beklememektedir. Görünmez bir sosyal ilişki, soyut ama gerçek, her tarafa yayılmış olsa da "düşman" ulaşamayacağımız bir canavar değildir. Çünkü proleterler, dünyayı üretmekte ve yeniden üretmekte olduklarına göre, onu durdurabilir ve devrimcileştirebilirler. Hedef, acil komünleştirmedir, bir ya da daha çok kuşak içinde bütünüyle tamamlamak için değil, fakat başından başlatmak için. Sermaye, hayatı istila etti ve kedimizi nasıl besleyeceğimizi, dostlarımızı nasıl ziyaret edeceğimizi ya da gömeceğimizi belirliyor, bu bağlamda hedefimiz ancak, görünmez, tamamen kuşatılmış, kişisel olmayan sosyal yapı olabilir. (Gerçi, kendini korumak için personel kiralamakta sermayenin üstüne yoktur ama, sosyal atalet, medya ve polisten daha büyük bir muhafazakâr güçtür.) Önümüzde bir insan topluluğu var: onun bugünkü temelleri yüz yıl öncesinden çok daha fazla gelişmiştir. Pasiflik onun ortaya çıkmasını önlüyor. En hayati ihtiyacımız şudur: aynı anda, hem bu kadar yakınımızda, hem de uzağımızda gibi görünen diğerleri. Ticari bağlar, güçlü olduğu kadar kırılgandır da.

1991 Los Angeles isyanları, 1965 Watts isyanlarından daha ileri gitti. İşsiz nüfusun yerleştirildiği estatelerdeki isyanların başarısı, gençliğin önemli bir bölümünün entegre edilemediğini gösterdi. Burada ve orada, kitlesel işsizliğe rağmen, işe karşılık daha düşük ücretle çalışmayı kabul ederek boyun eğmeyeceklerini ortaya koydular. Koreliler, "World Company"nin fabrikayı ve aynı zamanda kârı yaymasından rahatsız olduklarını ispatladılar ve "geri" Arnavutluk modern bir isyanın beşiği oldu. Ele avuca gelir bir azınlık, yürürlükteki gerçeklikten gına getirdiği an, gerçek olanaklar gündeme girecek, devrim yeniden bütün korkunçluğu ve büyüklüğü ile yükselecektir.

Meçhul işçi Jocelyne'nin kararı budur.

1997

I. KAPİTALİZM ve KOMÜNİZM
Komünizm, birilerinin pratiğe koyacağı ya da o birilerinin, başka birilerini pratiğe koymaya sevkedeceği bir program değil, bir sosyal harekettir. Teorik komünizmi geliştiren ve savunanlar, daha net bir anlayışın ve daha derli toplu bir ifade edişin ötesinde, diğerlerinin üzerinde herhangi bir avantaja sahip değillerdir; teoriyle özel olarak ilgilenmeyen herkes gibi, onlar da, komünizme pratikte ihtiyaç duyarlar. Herhangi bir ayrıcalığa sahip olmadıkları gibi, gelecekte ortaya çıkacak devrim hakkındaki bilgiyi taşımakta da değillerdir; öte yandan, tavırlarını açıklarken "lider" olarak görülme korkusuna da kapılmazlar. Diğer bütün devrimler gibi, komünist devrim de, yaşam koşullarına ilişkin gerçekten ihtiyacı duyulan şeyleri üretir. Sorun, varolan tarihi harekete ışık tutmaktır.

Komünizm, gerçeğe dönüştürülecek bir ideal değildir: O, bir toplum olarak değil, ama bir çaba, hazırlanılan bir görev olarak şimdiden vardır. O, ücretli emek tarafından belirlenen yaşam koşullarını devrim yoluyla ilga edecek bir harekettir. Komünizm bir akademik tartışma değildir. O, yarın ne yapılacağını tartışmaz. Kısa ve uzun vadeli görevler dizisinin vazgeçilmez bir parçasıdır, net bir teorik anlayışa varma girişimi olarak tartışma, işin yalnızca bir yönüdür. Öte yandan, insanın, nereye gidiyoruz, sorusuna daha kolay ve etkili yanıt verebilmesi, görevlerin yerine getirilmesiyle mümkündür.

Komünizmi açıklamak, işlevleri dünyanın var olan özelliklerini modernize ve demokratize etmekten ibaret olan diğer "devrimcileri" (K.P. görevlilerini, aşırı solu, çeşitli türden sosyalistleri vb.) çürütmek anlamına gelmemektedir. Bu konuda onları ciddiye almak mümkün değildir. Örneğin, K.P.'lerin kendine özgü programı yoktur; onlar sadece, ücretli emek de dahil olmak üzere bugünkü dünyanın bütün can alıcı yönlerini benimseyen, sermayenin programının -diğerlerinin yanısıra - örgütleridirler. Onların fonksiyonlarını göstermek, argümanlarını tek tek ele almaktan daha önemlidir. Biz, "yanlış" görüşlere, "doğru" görüşlerle karşı çıkacak değiliz. Bir K.P. ile "sosyalizm kavramı" üzerine bir tartışma örgütlemek, bir kere daha, K.P.'lere, devrimci ailenin dejenere olmuş evladı muamelesi yapmak olacaktır. K.P.'lerin güçlü olduğu ülkelerde, aşırı sol (goşistler), K.P.'lere, onların, sermayenin en iyi destekleyicileri olarak açıkça karşı-devrimci bir rol oynama fonksiyonlarını teşhir etmeden saldırıyorlar. Oysa esas önemli olan, K.P.'nin programının komünist olmaması değil, kapitalist olmasıdır.

Bu metindeki açıklamalar, bir açıklama tutkusundan kaynaklanmıyor. Eğer çağdaş toplumu parçalayan çatışma ve pratik sosyal mücadeleler, yeni toplumun, eski toplumun rahminde biçimlendiğini göstermese ve insanları bunları kavramaya zorlamasaydı, bu açıklamalar da bu biçimiyle olmayacak ve bir kısım insan bunları bir araya getirip basmış olmayacaktı.

A) Sosyal bir İlişki Olarak Ücretli Emek
Çağdaş topluma baktığımız zaman, insanların büyük çoğunluğunun, yaşamak için emeklerini satmak zorunda olduğunu apaçık görürüz. Bugünün insanının bütün fiziki ve entellektüel kapasitesi, yararlı şeyler üretebilecek olan kişiliği, ücret karşılığında satılır. Emek gücü, bütün diğer eşyalar gibi bir emtiadır. Emek gücünün ve mübadelenin varlığı, normal ve kaçınılmaz görülür. Ne var ki, ücretli emeğin kullanımı şiddeti gerektirir ve buna sosyal çatışmalar eşlik eder. Yaşamın bir gerçeği olarak kabul edilen, işçinin üretim araçlarından yoksun bırakılması, gerçekte uzun bir evrimin sonucudur ve ancak zor yoluyla başarılabilmiştir.

16. Yüzyıldan bu yana, İngiltere'de, Hollanda'da, Fransa'da, mülksüzleştirilen zenaatkâr ve köylülere, baskı altına alınan yoksul ve gezginlere, ekonomik ve politik şiddet uygulanmış, fakir halka ücretli emek dayatılmıştır. 20. Yüzyılda, 1930 ve 1950 yılları arasında, bir kaç on yıl içinde, milyonlarca köylüyü ücretli sanayi işçisine dönüştürmek için Rusya, bir emek yasası yürürlüğe koymak zorunda kalmıştır. Görünüşte her şey normal gibidir: oysa bir emek gücünden başka bir şey olmayan bireyin yaşamak için bir işletmede bu emek gücünü satmak zorunda kalması, herşeyin bir emtiadan ibaret olması, sosyal ilişkilerin mübadele çerçevesinde gelişmesi, uzun süreli ve şiddet dolu bir sürecin sonucudur.

Çağdaş toplum, okul sistemini ve ideolojik ve politik hayatı kullanarak, bu durumun dayandığı geçmişteki ve bugünkü şiddeti gizler. O, hem şiddetin kaynağını, hem de işlevleri yerine getiren işleyişi gizler. Herşey, fabrika, atölye ya da büroda emek gücünün satıcısı olan bireyin özgür sözleşmesi olarak sunulur. Emtianın varlığı, açık ve doğal bir olgu olarak görünür. Ne var ki, o, devrevî olarak, büyük ya da küçük çaplı yıkımlara yol açar: temel ihtiyaçlar karşılanamazken, fiatların korunması için mallar imha edilir, var olan kapasiteler kullanılmaz. Modern toplumun iki temel direği olan mübadele ve ücretli emek, bu devrevî ve sürekli yıkımların yalnızca kaynağı değil, aynı zamanda, başka bir toplumu mümkün kılan koşulların yaratıcısıdırlar da. En önemlisi de, bunlar, bugünkü dünyanın büyük bölümünü, kendilerine karşı ayaklanmaya ve komünizmin mümkün olduğunu farketmeye zorlarlar.

Tüm insan faaliyetlerinin toplumsal olduğu açıktır. İnsan hayatı, ancak, birçok bir araya gelme biçimlerinden geçen gruplar içinde mümkündür. Yaşam koşullarının yeniden üretimi, başından beri bir kolektif faaliyet olmuştur: hem insanın kendini yeniden üretmesi, hem de insanın var olma araçlarının üretilmesi anlamında. Gerçekten de insan toplumunu karakterize eden, onun maddi varlık koşullarının üretim ve yeniden üretimidir. Bazı hayvanlar alet kullanabilir, ama yalnızca insan kendi aletini yapabilir. Birey ya da grupla, ihtiyaçların karşılanması arasında, sürekli olarak eylem biçimlerini geliştiren ve çevreyi dönüştüren üretim ve çalışma yer alır. Hayatın başka cinsleri - örneğin, arılar - kendi maddi koşullarını yaratırlar, fakat, en azından, insanlığın bugüne kadar yaptığı çalışmalardan çıkan sonuca göre, bunların evrimi durmuş gibidir. Tersine, çalışma, insanın çevresini kendine mal ederek ve özümseyerek sürekli değiştirmektedir. İnsanın "doğa" ile ilişkileri, aynı zamanda, insanların birbirleriyle ilişkileridir ve üretim ilişkileri tarafından belirlenir, aynı, üretime ilişkin fikirlerin, dünyayı kavrama biçimlerinin, üretim ilişkileri tarafından belirlenmesi gibi.

Faaliyetlerin dönüşümü, içinde bulunulan sosyal koşulların, örneğin insanlar arasındaki ilişkilerin dönüşümüne eşlik eder. İnsanların içine girdikleri üretim ilişkileri, onların iradelerinden bağımsızdır: her kuşak, önceki kuşakların bıraktığı teknik ve toplumsal koşullarla karşı karşıya kalır. Bu koşulların değiştirilebilmesi, maddi üretici güçlerin seviyesi ile sınırlıdır. "Tarih" denilen şey hiçbir şeyi başarmış değildir: tarih insanlar tarafından yapılır, ama yalnızca verili koşullarda. Bu, üretici güçlerdeki her önemli değişikliğin otomatik olarak ve derhal üretim ilişkilerinin değişimine tekabül ettiği anlamına gelmez. Eğer bu doğru olsaydı, devrimler olmazdı. Eskinin bağrında gelişen yeni toplum, ancak eski üretim ilişkilerinin ayakta kalmasına hizmet eden bütün politik ve ideolojik yapıyı yıkan devrimin zaferiyle ortaya çıkar.

Ücretli emek, bir zamanlar bir gelişme biçimiydi, artık değildir; o, uzun zamandan beri bir engelden başka bir şey değildir, hatta insanlığın var oluşu için bir tehdittir.

Nesnelerin, makinelerin, fabrikaların, her gün çalışan emekçinin, onun ürettiği şeylerin arkasındaki, onları düzenleyen sosyal ilişkiler kadar, bu sosyal ilişkilerin evriminin mümkün ve gerekli olduğu da ortaya çıkarılmalıdır.

B) Topluluk ve Topluluğun Yıkımı
İnsanlar, başlangıçta, görece özerk ve dağınık gruplar, aileler (en geniş anlamıyla aile, aynı kandan gelenlerin oluşturduğu bir gruptur), kabileler içinde yaşadılar. Üretim, gerekli ölçüdeki avcılıktan, balıkçılıktan ve toplamacılıktan ibaretti. Eşyalar, mübadeleden sonra, bir pazara konduktan sonra tüketilmek için üretilmiyordu. Üretim, mübadele araya girmeksizin, doğrudan sosyaldi. Topluluk, üretileni, basit kurallara göre dağıtıyordu ve herkes, ona doğrudan verileni alıyordu. Bireysel üretim olmadığından, ancak, bireysel olarak üretilmiş çeşitli malları karşılaştırmayı, mübadeleyi, bağlantılar kurmayı gerektiren bir üretim düzeninden sonra yeniden bir araya gelen bireyler arasında, o zaman bir ayrılık yoktu. Faaliyetlere birlikte karar veriliyor (aslında zorunlulukların gruba dayattığı şeyler), birlikte yerine getiriliyor ve sonuçları da paylaşılıyordu.

Genellikle "ilkel" bir topluluk, artı-ürün biriktirebilirdi ve sıkıntı çekmezdi. M. Sahlins'in işaret ettiği gibi, kıtlık çağı, genellikle, bir hayli boş zamanla birlikte, bolluk anlamına geliyordu - gerçi bu "zaman"ın bizimkiyle çok az ilişkisi vardır. Araştırmacıların ve antropologların gözlemlediğine göre, yiyecek aramak ve onları depolamak, günün çok az bir kısmını alıyordu. "Üretim" faaliyeti, grup ve doğal ortamı açısından, global ilişkilerin bir kısmını oluşturuyordu.

Bildiğimiz gibi, insanlığın büyük kısmı, kırsal alanda avcılık ve toplamacılık yaparak dolaşıyor, toplulukların değiş tokuş yapmaya başladıkları artı-ürünü arttırmaya çalışıyorlardı.

Malların bu dolaşımı ancak değiş tokuşla mümkün olabilirdi, yani, bir yerden bir başka yere götürülecek çeşitli ortak malların, kafada değil, fakat gerçeklikte, hesap edilmesi gerekiyordu. İnsan faaliyetiyle üretim yapılan toplumlarda bir şey ortaktır: üretilen herşey, büyük miktarda bir sosyal ve bireysel enerjinin sonucudur. Bu, yalnızca işe yarar bir şey üretmekle kalmayıp, aynı zamanda enerjiyi, sosyal enerjiyi tüketen emeğin soyut karakteridir. Bir ürünün değeri, kullanımından bağımsız olarak, onun içerdiği soyut emeğin niceliğidir, yani onun yeniden üretimi için gerekli olan sosyal enerjidir. Bu nicelik ancak zaman kavramıyla ölçülebilir, bir ürünün değeri, onun üretimi için sosyal bakımdan gerekli zamandır, bu ortalama ise, verili bir toplum ve o toplumun verili bir tarihi anı için geçerlidir.

Faaliyetlerinin ve ihtiyaçlarının artmasıyla orantılı olarak topluluk, yalnızca mal üretmez, aynı zamanda emtia üretir ki, bunlar kullanım değerine sahip oldukları kadar, değişim değerine de sahiptirler. Ticaret, önce topluluklar arasında ortaya çıkar, sonra toplulukların içine de sızar, faaliyetlerin uzmanlaştırılmasına, mesleklere hız verir, emeği sosyal olarak böler. Emeğin karakteri bütünüyle değişir. Değişim ilişkilerinin gelişmesiyle emek, hem kullanım değeri, hem de değişim değeri üreten, çifte emek haline gelir. Çalışma, artık sosyal faaliyetle bütünüyle birleşmez, bunun yerine, bireyin yaşamının geri kalan kısmından da ayrılan bir uzmanlık alanına dönüşür. Kendisi ve grup için çalışan bireyle, diğer topluluklarla değiş tokuş amacıyla çalışan birey, birbirinden ayrılır. Bireyin çalışmasının bu ikinci kısmı fedakarlık, sıkıntı, zaman kaybı anlamına gelir. Toplum çeşitlenir, üyeleri farklı mesleklere ve işçi olanlar ve olmayanlara bölünür. Bu aşamada artık topluluk yoktur.

Topluluk, değişim ilişkilerinin geliştirilmesine ve büyüyen ihtiyaçların karşılanmasına gereksinim duyar. Fakat değişim ilişkileri topluluğu yıkar. Bu, insanların, birbirlerini ve kendilerini yalnızca birer mal üreticisi olarak görmelerine yol açar. Beni artık değişime soktuğum ürünün kullanımı ilgilendirmez, yalnızca değişimden alacağım ürünün kullanımı ilgilendirir. Fakat ürünü bana satan kişi için bu ikincil kullanım önemli değildir, çünkü o yalnızca benim ürettiğim ürünün kullanım değeriyle ilgilidir. Birisi için kullanım değeri, öbürü için değişim değeridir, öte yandan birisi için değişim değeri, öbürü için kullanım değeridir.1 Eski üyeleri birbirleriyle yalnızca maddi çıkarlar için ilgilenmeye başladıkları an, o topluluk ortadan kalkar. Bu, ilkel topluluğun itici gücünün diğergâmlık olmasından ya da komünizmin itici gücünün bu olması gerektiğinden, böyle değildir. Bu, bireylerin çıkarları birlikte hareket etmeyi, ortak davranmayı gerektirdiği için böyledir, oysa diğer bir durumda aynı çıkarlar, onları bireyselleştirir, birbirleriyle çıkar çatışmasına girmeye sevkeder. Topluluk içinde mübadelenin doğmasıyla birlikte, emek, kolektifin ihtiyaçlarını gerçekleştirme aracı olmaktan çıkar ve birinin ihtiyaçlarının karşılanması için diğerlerinden ele geçirilmesi gereken bir araca dönüşür.

Mübadelenin gelişmesiyle birlikte, topluluk onu sınırlamaya çalıştı. Artı ürünü kontrol altına almaya ya da imha etmeye veya mal dolaşımını kontrol altına alan sıkı kurallar getirmeye girişti. Fakat sonunda, mübadele kazandı. Mübadelenin kazanamadığı yerde toplum aktivitesini kaybetti ve sonuçta ticari toplumlar tarafından ezildi.

Ürünler ayrı ayrı üretilmediği sürece emeğin bölünmesi de söz konusu değildi, kimse iki malın değerlerini ayrı ayrı belirleyip birbiriyle kıyaslayamazdı, çünkü bu mallar ortak olarak üretilip dağıtılıyordu. Mübadele, iki ürünün emek süresinin ölçülmesi ve ürünlerin bundan sonra birbirleriyle değiş tokuşu henüz söz konusu değildi. Emeğin soyut karakteri, ancak toplumsal ilişkiler ona ihtiyaç duyduğu zaman ortaya çıkar. Bu ancak, teknik ilerlemeyle, insanların mesleklerde uzmanlaşmasıyla, ürünleri birbirleriyle ve aynı zamanda Devletler haline gelmiş diğer gruplarla değiş tokuş etmede uzmanlaştıran üretici güçlerin gelişmesiyle olabilir. Değerin bu iki öngerekliliğinin yanısıra, ortalama emek süresi, ölçü aletleri olurlar. Bu olgunun kökleri, gerçek ihtiyaçları artan insanlar arasındaki pratik ilişkilerdedir.

Değer, elverişli bir ölçü olsun diye ortaya çıkmaz. Ne zaman ki, ilkel topluluğun toplumsal ilişkileri daha genişlemiş ve çeşitlenmiş ilişkilerle yer değiştirir, işte o zaman değer, insan faaliyetlerinin vazgeçilmez aracısı olarak ortaya çıkar. Sosyal olarak ortalama emek süresinin, emeğin, zenginliğin üretiminde gerekli bir unsur olarak sahnede yer almasından beri bir ölçü olarak kullanılması şaşırtıcı değildir: bu, farklı işlerin tek ortak paydasıdır: bunların hepsi, insanın emek gücünün belli bir miktarını, bu gücü özel bir tarzda kullanmaksızın, tüketen görevlerdir. Emeğin soyut karakteri içinde değer, onun soyutluğunu temsil eder, onun genel ve sosyal karakteri, doğadaki bütün farklılıklardan ayrı olarak, emeğin üretebildiği mallarda yatar.

C) Emtia
Ekonomik ve sosyal gelişme, insan örgütlenmesinin verimini ve emek sürecinin parçalarını birleştirme kapasitesini - her şeyden önce de emek gücünü arttırır. Sonra da, işçi ve işçi olmayanlar, çalışmayı örgütleyenler ve çalışanlar arasındaki ayrılıklar (ve muhalefet) ortaya çıkar. Üretim verimliliğinin artması sonucu, ilk şehirler ve büyük sulama projeleri ortaya çıkmaya başlar. Ticaret özel bir faaliyet olarak belirir: artık üretimle yaşayan değil, fakat üretimin farklı birimlerinin çeşitli faaliyetleri arasında aracılık yaparak yaşayan insanlar ortaya çıkmıştır. Üretilen malların büyük kısmı emtiadan başka bir şey değildir. Onlar, kullanıldıklarına, kullanım değerleri pratiğe geçtiğine, bir ihtiyacı karşılama yetenekleri yürürlükte olduğuna, satılabildiklerine göre, değişim değerleri de geçerli olmalıdır. Aksi taktirde, somut bir eşya ve madde olarak var oldukları halde, toplumun gözünde yokturlar. Kimsenin onları kullanmaya hakkı yoktur. Bu gerçek, emtianın, yalnızca ihtiyaçları yerine getiren bir eşya olmayıp, öncelikle belirli bir mantıkla, mübadele mantığıyla kurallaştırılmış bir sosyal ilişki olduğunu ortaya koyar. Kullanım değeri, şimdi, değerin yalnızca desteğidir. Üretim , tüketimden ayrı bir alan haline gelmiştir; çalışma, çalışmamadan ayrı bir alan haline gelmiştir. Sahiplik, faaliyetler, insanlar, üretim birimleri arasındaki ayrılıkların yasal çerçevesidir. Köle, işini yaptırmak için bir insan satın alan sahip için bir emtiadır.

Üretimin örgütlenme düzeyinin (mübadele) bir aracının varlığını gerektirmesi, insan örgütlenmesinin düzeyinin bir aracının varlığını gerektirmesiyle at başı gider: Devlet, yönetici sınıfın çıkarları doğrultusunda toplumun öğelerini zorla bir araya getirmede vazgeçilmezdir. Birleştirme, ilkel toplumun uyumunu yıkmayı zorunlu hale getirir. Toplum, yine kendisi tarafından beslenen bir kurumu yaratarak kendi birleşikliğini teessüs etmek zorundadır.

Değiş tokuş, paranın ortaya çıkışıyla görünür ve somut hale gelir. Soyutlama, değer, parada materyalize olur, bir emtia olur ve bağımsız olma, kullanım değeri, gerçek mal gibi, kendisinin geldiği ve temsil ettiği şeylerden ayrılma eğilimini ortaya koyar. Basit değiş tokuşla karşılaştıracak olursak: A malının niceliği x'in karşısında, B malının niceliği y bulunmaktadır, para, parada kristalize olan soyut emek süresinin niceliği olarak, ele geçirebildiği herşeyi evrenselleştirir. Para, emekten soyutlanmış ve eskimeyen, ölçülebilen, tahvil edilebilen emek süresidir. Para, bütün emtialarda - iki ya da daha fazla emtiada değil, mümkün olan bütün emtialarda ortak olan unsurların, görülebilir, hatta dokunulabilir tezahürüdür. Para, sahibine, dünyanın her yerinde ve her zaman, başkalarının işlerine kumanda etme olanağı verir. Parayla, zaman ve mekân sınırlarından kurtulmak mümkündür. Kadim çağdan Ortaçağa kadar bazı büyük merkezler çevresinde çalışmanın evrensel bir ekonomiye doğru gelişmesi yönünde bir eğilim olmuş, fakat bu eğilim hedefine ulaşamamıştır. İmparatorlukların geri çekilişleri ve yıkımları, bu başarısızlıklar dizisini açıklar. Dayanıklı bir evrensel ekonomi için gerekli temeli yaratan, 16. yüzyıldan itibaren , fakat esas olarak 19. ve 20. yüzyıllarda, yalnızca kapitalizm olmuştur.

D) Sermaye
Sermaye, ölü emekle (önceki kuşaklar tarafından biriktirilmiş olan) canlı emek arasında tamamen yeni ve son derece etkili bağlar kuran bir üretim ilişkisidir. Mübadelenin ortaya çıkışıyla birlikte yükselen sermaye, bir kararın ya da planın sonucu olmayıp, Ortaçağdan sonra Batı Avrupa ülkelerinde nitelik olarak yeni gelişen gerçek sosyal ilişkilerin sonucunda meydana gelmiştir.

Tüccarlar, çeşitli biçimlerde, büyük miktarda parayı biriktirmişler ve banka ve kredi sistemlerini mükemmelleştirmişlerdir. Bu birikimleri kullanmak şöyle mümkün olmuştur: ilk makineler (tekstil) icat edilmiş ve binlerce yoksul insan (eski köylüler ve zenaatkârlar) üretim araçlarını kaybederek yeni üretim ilişkisini kabul etmeye zorlanmışlardır: ücretli emek. Ön şart, birikim, emeğin makineler biçiminde (daha sonra fabrikalar) depolanmasıdır. Bu ölü emek, üretim araçlarının ve hammaddenin birikimini gerçekleştiremeyenlerin canlı emeği tarafından devreye sokuldu. O zamana kadar, mübadele, üretimin ne itici gücü, ne de düzenleyicisiydi. Yalnız başına ticaret, basit emtia üretimi (kapitalist emtia üretiminin karşıtı olarak) istikrarı sağlayamadı, istikrar, dünyanın sosyalizasyonunu ve birleştirilmesini gerektiriyordu. Bu, kapitalist emtia üretimi tarafından başarıldı ve bunu da üretimi ele geçirerek yaptı.

Köle, emek gücünü satmadı: sahibi, kölenin kendisini satın aldı ve onu çalışmaya koştu. Kapitalizmde, emek, onu devreye sokan üretim araçları tarafından satın alınır. Kapitalistin rolü, önemsiz olmamakla birlikte, tamamen ikinci plandadır: "kapitalist, aslında," sosyal üretimin başını çeken "sermayenin bir fonksiyonundan ibarettir." Önemli olan, ölü emeğin, canlı emek tarafından geliştirilmesidir. Yatırım, birikim - bunlar sermayenin düsturlarıdır (ağır sanayiye ağırlık veren lafta sosyalist ülkeler, kapitalizmin gelişmesinin göstergelerinden başka bir değillerdir). Fakat sermayenin hedefi, kullanım değeri birikimi değildir. Sermaye yalnızca, birikim değeri olarak, fabrikalar, tren yolları vb. geliştirir. Sermaye, her şeyden önce, arttırılmaya çalışılan, bütün değer miktarının, para, finans kapital, hisseler, bonolar vb. biçiminde kriztalize olan soyut emeğin toplamıdır. Değerin x miktarı, dolaşım sonunda, x + kâr haline gelmelidir. Kendini değerlendirmek için değer, emek gücü satın alır.

Bu emtia gayet özeldir, çünkü onun tüketimi, çalışmayla sağlanır, bu andan itibaren yeni değer haline gelir; oysa üretim araçları kendi değerlerinin üstünde değere sahip değillerdir. Bu yüzden emek gücünün kullanımı, ek bir değer sağlar. Burjuvazinin zenginliğinin kökeni, bu artı- değerde, ücretli emekçinin çalışmasıyla yarattığı değerle, onun emek gücünün yeniden üretimi için gerekli değer arasındaki farklılıkta yatar. Ücretler yalnızca bu yeniden üretimi karşılar (işçinin ve ailesinin geçinme araçlarını).

Bu analizden çıkartılacak esas sonucun, bir birey olarak kapitalist tarafından artı-değere el konması olmadığı açıktır. Komünizmin, işçilerin, bu artı-değeri kendileri için kısmen ya da tamamen ele geçirmeleri fikriyle bir ilgisi yoktur, basit ve net bir sebepten: bazı kaynakların, teçhizatın yenilenmesi, yeniden üretim vb. için kullanılması gerekmektedir. Sorun, bir avuç insanın, artı-değerin büyük kısmına el koymaları değildir. Bu insanlar tasfiye edilse bile, sistem aynı kalacaktır ve artı-değerin bir kısmı işçilere verilecek ve geri kalanı da kolektife, sosyal araçlara ve refaha vb. yatırılacaktır: bu, resmi KP'ler de dahil olmak üzere, solun programıdır. Aslında değer sisteminin mantığı, azami bir fiatlandırmaya ulaşmak için daima üretimin geliştirilmesi sonucuna varır. Bu durumda, değerin hakim olduğu bir toplumda, toplumun temeli, içiçe geçmiş iki sürecin işleyişine dayanır, gerçek çalışma süreci ve fiatlandırma süreci. Bu değişiklik, üretimin sermaye tarafından ele geçirilmesi ve endüstriyel kuruluşlar, ulaşım araçları, depolama ve bilginin çabuk aktarımıyla 19. yüzyıldan itibaren dünyanın sosyalleştirilmesiyle gerçekleşti. Fakat kapitalist işleyişte, ihtiyaçların karşılanması yalnızca bir yan üründür ve işleyişin itici gücü değildir. Değerin karşılık bulması esas hedeftir: ihtiyaçların karşılanması, taş çatlasa bir araç olabilir, çünkü esas olan üretilen ürünün satılmasıdır.

İşletme, kapitalist üretimin mekânı ve merkezidir; bütün endüstriyel ya da tarımsal işletmeler, değerin miktarını yükseltmek için çalışan yerlerdir. İşletme kâr etmelidir. Bir kere daha belirtelim ki, kâr yasasının bir kaç "büyük" kapitalistin eylemiyle ilgisi yoktur ve komünizm de, at yarışlarındaki silindir şapkalı, puro içen şişman patronların defedilmesi anlamına gelmez. Sorun, kapitalistler tarafından elde edilen bireysel kâr değil, nasıl çalışılacağını ve ne tüketileceğini dikte eden bu sistem tarafından topluma ve üretime empoze edilen yönelim, sınırlamadır. Zengin ve fakir konusundaki tüm demagoji, bu sorunu bulandırmaya yaramaktadır. Komünizm, paranın devrimciler tarafından, zenginlerden alınıp fakirlere dağıtılması anlamına gelmez.

E) Rekabet
Çeşitli işletmeler arasında rekabet vardır: her işletme pazarda bir köşe tutmak için diğeriyle mücadele eder. İnsan faaliyetlerinin nasıl çeşitli veçhelere ayrıldığını göstermiştik. Değişim ilişkileri, toplumdaki mesleki bölünmeleri artırır, ardından meta sisteminin gelişmesine yardımcı olur. Gerçi, günümüzde de görebileceğimiz gibi, ileri ülkelerde bile, örneğin kırsal alanlarda, fırıncı, ayakkabı yapımcısı vb. gibi ayrı, fakat sabit bir şekilde bölünmüş faaliyetler arasında gerçek bir rekabet söz konusu değildir. Kapitalizm yalnızca toplumu çeşitli mesleklere bölmekle kalmaz, fakat daha da önemlisi, endüstrinin çeşitli bölümleri arasında sürekli bir mücadeleye yol açar. Her değer toplamı, ancak diğerlerine karşı var olabilir. İdeolojinin, bencillik ve herkesin herkese karşı mücadelesi diye adlandırdığı şey, satabilmek için mücadele edilmesi gereken bir dünyanın vazgeçilmez parçasıdır. Böylece ekonomik şiddet ve onun sonucu olarak silahlı şiddet, kapitalist sistemin tamamlayıcı öğesi olarak ortaya çıkar.

Rekabet, geçmişte olumlu etkiler yapmıştır: feodal düzenin sınırlarını ve korporatif sınırlamaları yıkmış ve sermayenin dünyayı kaplamasını sağlamıştır. Artık rekabet, daha hızlı değer kazanılan yararsız ve yıkıcı üretimin gelişmesi ya da arz ve talebin çatışması halinde önemli üretimin önlenmesi sonucunda bir israf kaynağı haline gelmiştir.

Rekabet, üretim sistemlerinin, her biri, kendi değer miktarını arttırmanın yollarını arayan rakip kutuplar olan özerk merkezlere ayrılmasıdır. Ne "örgütlenme", ne "planlama" ne de herhangi bir tür kontrol, bu rekabeti sona erdiremez. Devlet iktidarı da "halk iktidarı" da bu sorunu çözmeye muktedir değillerdir. Rekabetin itici gücü, bireylerin özgürlüğü olmak şöyle dursun, kapitalistlerin özgürlüğü bile değildir, fakat sermayenin özgürlüğüdür. O, ancak kendini yiyerek yaşayabilir. Yapı, bir yapı olarak ayakta kalabilmek için özünü tahrip eder. O, kendini fiatlandıran bir değer miktarı olarak ayakta kalabilmek için maddi öğelerini (canlı emek ve ölü emek) tahrip eder.

Rekabet halindeki sermayelerin her biri özel bir kâr oranına sahiptir. Fakat sermayeler, mümkün olan en yüksek kâr oranı için bir alandan diğerine geçerler. Onlar en yüksek kâr oranı olan alana geçerler ve diğer alanları bir kenara bırakırlar. Bu alana sermayelerin üşüşmesi sonucu, kârlılık düşer ve sermayeler bir diğer alana kayar (bu dinamik, tekellerin kurulmasıyla tadil edilse de ortadan kaldırılamaz). Bu kesintisiz süreç, verili bir toplumun belirli bir anında, belli bir ortalama oran çerçevesinde kâr oranının istikrarını getirir. Her sermaye, kendi işletmesinde gerçekleşen kâr oranına göre değil, fakat işletmeye yatırılan değer miktarı nispetindeki ortalama sosyal orana göre karşılığını alma eğilimindedir. Bu yüzden, her sermaye, kendi işçilerini değil, sermayenin bütünü, bir bütün olarak işçi sınıfını sömürür. Sermayelerin akışında, sermaye kendini bütün toplumu domine eden bir sosyal güç olarak açıklar ve öyle davranır ve böylece, kendi aleyhine olan rekabete rağmen uyuma ulaşır. Sermaye birleşir ve sosyal bir güç haline gelir. Sermaye, proletaryayla ya da diğer (ulusal) birimlerle çatışmasında görece homojen bir bütünlük arzeder. O, tüm toplumun ihtiyaçlarını ve ilişkilerini kendi çıkarlarına göre örgütler. Bu işleyiş bütün ülkeler için geçerlidir: Sermaye, Devleti ve ulusu, diğer ulusal sermayelere karşı olduğu kadar, proletaryaya karşı da yapılandırır. Kapitalist devletlerin birbirleriyle çatışmaları, ulusal sermayeler arasındaki rekabet sorununun nihaî çözümü olarak savaşa yol açar.

Üretim birimlerinin her biri kendi değer miktarlarını yükseltmeye çalıştıkları sürece, hiçbir değişiklik söz konusu değildir. Eğer Devlet ("demokratik," "işçi," "proleter," vb.) bütün işletmeleri kontrolü altına alır ve onları işletmeler olarak çalıştırırsa ne olur? Ya Devlet işletmeleri kâr ve değer yasasına boyun eğer ve hiç bir değişiklik olmaz ya da bu yasayı yıkmadan ona boyun eğmez, o zaman da herşey iflasa gider.2

İşletmenin içinde örgütlenme rasyoneldir: sermaye işçiler üzerinde zorbalık uygular. Her işletmenin diğeriyle karşılaştığı dışarda, pazarda, sürekli ve dönemsel düzensizliğin baskısı altında olan düzene, krizler ve yıkımlar eşlik eder. Bu örgütlü "anarşi"yi yalnızca, işletmelerin ayrı varlıklarını ortadan kaldıran komünizm yıkabilir.

F) Kriz

Sermaye, bir yandan da dünyayı sosyalize etti. Tüm üretim, tüm insan faaliyetlerinin sonucu olmaya yöneldi. Diğer yandan, dünya, üretimi mümkün olduğu kadar kârlı hale getirmeye ve ürünleri mümkün olduğu kadar çok satmaya çalışan, rakip işletmelerle bölünmeye devam etti. Her işletme, sermayesini en iyi koşullarda değerlendirmeye çalıştı. Her işletme, pazarın kabul edebileceğinden fazla mal üretme eğilimindedir, bunun hepsini satma niyetindedir ve her biri rakibinin fazla üretimden zarar görmesini umut eder.3

Sonuç olarak, satışı arttıran faaliyetler gelişmiştir. Değerin dolaşımını sağlayan, üretici olmayan kol ya da kafa işçilerinin sayısı, değeri üreten kol ya da kafa işçilerine göre artmıştır. Söz konusu dolaşım, malların fiziki olarak dolaşımı değildir. Ulaşım endüstrisi gerçek değer üretir, şu basit nedenle ki, malların bir yerden başka bir yere götürülmesi, onlara değer katar, onların kullanım değerlerinin gerçek değişimine tekabül eder: sonuçta, malların, üretildikleri yerden farklı bir yere götürülmesi, elbette onların işe yararlılıklarını arttırır. Dolaşım, fiziki yer değiştirmeye değil, değere tekabül eder. Bir şey, gerçekte yer değiştirmez, örneğin, o şeyin sahibi değişse de aynı depoda kalır. Bu işlemle o mal alınıp satılmış, fakat kullanım değeri değişmemiş ve yükselmemiştir. Ulaşım devreye girdiğinde ise, farklı bir durum söz konusudur.

Mübadeleyle, pazarda üretim değerinin gerçekleşmesiyle ortaya çıkan sorunlar, kredi, bankacılık, sigorta ve reklamcılık da dahil olmak üzere, karmaşık bir işleyişi getirir. Sermaye, değerin yönetimi pahasına, toplumun toplam kaynaklarının devasa ve gelişen bir bölümünü yiyip bitiren bir çeşit parazite dönüşmüştür. Her gelişen sosyal örgütlenmenin gerekli bir fonksiyonu olan muhasebecilik, gerçek ihtiyaçları yerine getirmek yerine, toplumu bunaltan yıkıcı ve bürokratik bir makineye dönüşmüştür. Aynı zamanda sermaye, daha da yoğunlaşarak ve merkezileşerek büyür: tekeller, fazla üretim problemini azaltırken, uzun vadede bunu daha da azdırırlar. Sermaye, bu durumdan ancak, arz ve talebi yeniden düzenleyerek soruna geçici bir çözüm yolu bulan devrevi krizler yoluyla çıkar (yalnızca talebi karşılayarak, çünkü sermaye, ürünün dolaşımının sadece tek bir yolunu bilir: satın alma ve satma; gerçek talebin - ihtiyacın - karşılanmasına önem vermez; aslında, gerçek ihtiyaçların karşılanmamasına, düşük üretime yol açan da sermayedir).

Kapitalist krizler, salt emtia krizlerinden ibaret değildir. Bunlar öyle krizlerdir ki, üretimi değere bağlayarak üretimin değer tarafından yönlendirilmesini sağlarlar. Bu krizleri, 19. yüzyıldan önceki kapitalizm öncesi krizle karşılaştırdığımızda, durum daha iyi anlaşılacaktır. Kötü ürün sonucu ortaya çıkan bir tarımsal üretim düşüşünü alalım. Bu durumda, köylüler, örneğin elbise gibi, endüstri ürünlerini daha az satın alacaklardır ve zaten zayıf bir durumda olan endüstri sıkıntıya düşecektir. Bu krizler, doğal (iklime bağlı) olgulardan kaynaklanır. Nitekim tüccarlar, tahıl spekülasyonuna girişirler ve fiatları yüksek tutmak için tahıl depolarlar. Sonunda şurada burada açlık ortaya çıkar. Kriz koşullarını doğuran, tam da emtianın ve paranın varlığıdır: Mübadele işlemleri arasında (zamanla gerçekleşen) bir ayrılık ortaya çıkar. Tüccar ve miktarını arttırmaya çalışan para açısından buğdayın mübadelesi iki farklı şeydir: onların arasındaki zaman periyodunu düzenleyen, yalnızca beklenen kârın oranı ve miktarıdır. Üretim ve tüketim arasındaki bu ayrılık pediyodunda insanlar ölür. Fakat doğal koşulların yol açtığı bir kriz durumunda, ticari sistem yalnızca, krizi arttırıcı bir etken olarak rol oynar. Böyle bir durumda, sosyal koşullar, kötü ürünün ekonomiyi hâlâ güçlü bir şekilde etkilediği günümüzün Çin'i ve Rusyası gibi ülkelerde olduğu gibi, kapitalizm öncesine ya da zayıf bir kapitalizme işaret ederler.

Diğer yandan, kapitalist kriz, değer ve üretimin zorla oluşturulmuş birliğinin ürünüdür. Bir araba yapımcısını alalım. Rekabet onu, asgari çabayla azami değer randımanı almak üzere üretimi arttırmaya zorlar. Ürünün fiatındaki yeterli bir yükselişle, birikim atbaşı gitmezse bir kriz ortaya çıkar. Her gün binlerce araba üretilir ve bunlar alıcı bulsalar bile, üretilmeleri ve satılmaları, diğerleriyle karşılaştırıldığında, bu, sermayenin değerini yeterince vermez. Böylece şirket seri üretime hız verir, daha fazla yatırım yapar, çok sayıda araba satarak kaybedilen kârı telafi eder, krediye baş vurur, hükümet müdahalelerine karışır vb. sonunda, talep ilelebet artacakmış gibi üretir ve gittikçe daha fazla, daha fazla kaybeder. Krizlere yol açan, ne pazarın tükenmesi ne de fazla ödeme olmayıp, kârın düşmesidir (işçilerin mücadelesinin katkısıyla): bir değer toplamı olarak sermaye, kendini ortalama kâr oranına göre değerlendirmekte gittikçe daha fazla zorlanır.

Krizler, kullanım değeriyle değişim değeri, ürünün yararlılığıyla değiştirilebilirliği arasındaki bağlantıların nasıl birbirinden koptuğunu göstermekle kalmaz. Krizler, halkın ihtiyaçlarının karşılanmamasından, kapitalizmin vulgar eleştirmenlerinin söylediği gibi kapitalistlerin zenginleşmesinden çok, değerin miktarını arttırmaya yönelik girişimlere kurgulanmış bugünkü dünyanın mantığını ortaya koyar. Esas önemli nokta, pre-kapitalist krizlerden farklılıktır. Pre-kapitalist krizler, ticari ilişkilerin yalnızca aşırıya götürdüğü kaçınılmaz bir gereklilikten (örneğin kötü ürün) ortaya çıkarlar. Modern krizler ise, kaçınılmaz rasyonal temellere sahip olmadıklarını gösterirler. Onların ortaya çıkışı artık doğasal değil, toplumsaldır. Endüstriyel faaliyetlerin bütün unsurları mevcuttur: hammaddeler, makineler, işçiler, fakat bunlar kullanılmazlar - ya da yalnız kısmen kullanılırlar. Onlar yalnızca eşya, maddi obje değil, aynı zamanda bir sosyal ilişkidir. Gerçekte, onlar bu toplumda, yalnızca, değerin onları birleştirmesiyle var olabilirler. Bu olgu "endüstriyel" değildir; bu, üretimin teknik gerekliliklerinden gelmez. Bu, bütün üretici kompleksin, hatta bütün sosyal yapının (üretimin toplumu kapsamasından beri) ticari mantıkla yönetilmesine olanak veren bir sosyal ilişkidir. Komünizmin tek hedefi, bu emtia ilişkisini yıkmak ve böylece bütün toplumu yeniden örgütlemek ve dönüştürmektir (aşağıya bakınız).

İşletmeler ağı -değerin aygıtları ve merkezleri olarak - toplumun üzerinde bir iktidar oluştururlar. Toplumun her çeşit ihtiyacı (konut, beslenme, "kültür") yalnızca bu sisteme bağlıdır ve hatta onun tarafından şekillendirilir.4 Üretim, ihtiyaçlar tarafından belirlenmez, ihtiyaçlar üretim tarafından belirlenir. Esas ihtiyaç olan konut yerine, büro yapımına daha büyük bir ağırlık verilir. Çok sayıda ev, binlerce konut, yalnızca onları ikâmetgâh olarak satın alan sahipleri ya da kira ödeyen kiracılar onlarda kalabildiği için, 12 ayın 10 ayında boş kalır. Dünya çapında tarım, sermaye tarafından büyük ölçüde ihmal edilir, milyonlarca insan açlık çekerken, tarım, yalnızca değer ürettiği yerde gelişir. İleri ülkelerde otomobil endüstrisi, insanların ihtiyaçlarının ötesinde gelişen bir endüstridir, çünkü bütün anlamsızlığına rağmen, kârlılığı, büyümesini zorunlu kılar. Az gelişmiş ülkeler, yalnızca, ortalama kâr oranı sağlayan fabrikalar inşa ederler. Üretim fazlası eğilimi, hemen hemen bütün gelişmiş ülkelerde, sürekli bir savaş ekonomisini gerektirir; savaş gibi yıkıcı güçler, gerektiği zaman işlevsel hale gelirler, kriz eğilimini önlemenin bir diğer aracı olarak devreye girerler.

Ücretli emek, onlarca yıldır bir anlamsızlık olarak devam etmektedir. Bu, işçilerin bir kısmını, onları bitkin düşüren fabrika işine seferber eder; Birleşik Devletler gibi çok sayıda ülkede ise, işçilerin diğer bölümü, üretici olmayan sektörde çalışırlar; bu sektörün işlevi, satışı kolaylaştırmak ve otomasyonun ve makineleşmenin kustuğu işçileri emmektir, böylece bir tüketici kitlesi oluşur ve "kriz yönetiminin" diğer yüzü oluşur. Sermaye, bütün bilimleri ve teknikleri mülkiyetine alır: o, üretici alanda azami kârı sağlayacak araştırmalara yönelir; üretici olmayan alanda ise, yönetim ve pazarlamacılığı geliştirir. Böylece insanlar üç gruba ayrılır:
- çalıştıkları işlerde genellikle fiziki yıkıma maruz kalan üretici işçiler;
- büyük çoğunlukla yalnızca bir kaynak israfı olan üretici olmayan işçiler;
- bir kısmı gelişmiş ülkelerde, çoğunluğu ise yoksul ülkelerde olmak üzere, işsiz kitleler: sermaye onları hiç bir şekilde entegre edemez ve bunların yüzbinlercesi, dünya ekonomisinin kapitalist- emperyalist örgütlenmesinin doğrudan ya da dolaylı olarak yol açtığı savaşlarda, periyodik bir şekilde mahvolup giderler.

Brezilya gibi, bazı geri ülkelerin geliştiği son derece doğrudur, fakat bu yalnızca hayatın eski biçimlerinin kısmen ya da bütünsel olarak yıkımı yoluyla başarılabilir. Emtia ekonomisinin girişi, yoksul köylüleri yaşam araçlarından yoksun bırakır ve onları, kalabalık kentlerin yoksulluğuna sürer. Bu nüfusun yalnızca küçük bir kısmı, fabrika ve bürolarda iş bulabilecek kadar "şanslı"dır; geri kalanlar işsiz ya da yarı işsizdir.

G) Proletarya ve Devrim
Sermaye, yalnızca kâr için ve onun sayesinde var olan ve anti- komünist örgütlenmelerden başka bir şey olmayan Devletler tarafından korunan bir işletmeler ağı yarattığı gibi, aynı zamanda sermayeye karşı ayağa kalkmaya zorlanan bireylerden oluşan bir kitle de yaratır. Bu kitle homojen değildir, fakat tek tek unsurları aynı rolü oynamasa da, bu kitle, giderek komünist devrim yolunda birleşecektir.

Bir devrim, gerçek ihtiyaçların sonucudur; o, maddi yaşam koşullarının dayanılmaz hale geldiği noktada ortaya çıkar. Bu devrim, aynı zamanda, sermaye tarafından yaratılan proletarya tarafından yapılır. Dünya nüfusunun, üretim araçlarına sahip olmayan büyük bölümü, yaşamak için emek gücünü satar. Bazıları emeğini üretici alanda, diğerleri de üretici olmayan alanda satar. Diğer bazıları da emeklerini satamazlar: sermaye yalnızca, eğer uygun bir oranda değer yaratma (ortalama kâr oranı) umudu veriyorsa, yaşayan emek satın alır; satın alınmayanlar üretimden dışlanır.

Kim ki, proletaryayla, fabrika işçisini (ya da daha kötüsü, kol emekçisini) ya da yoksulu aynı kefeye koyar, o, proletaryanın yıkıcılığını göremiyor demektir. Proletarya, bu toplumun inkârıdır. O, yoksulların toplamından değil, umutsuzlardan, kaybedecek bir şeyi olmayanlardan (Fransızcada les sans-réserves ya da İtalyancada senza rizerve)5 hiç bir şeyleri olmayanlardan, bütün sosyal düzeni yıkmadıkça kendilerini kurtaramayacak olanlardan oluşur. Proletarya, bugünkü toplumun sona ermesidir, çünkü bu toplum hemen hemen bütün olumlu yanlarını yitirmiştir. Bu yüzden proletarya aynı zamanda kendi yıkımıdır da. Proletaryayı, değerin savunulmasında, toplumun islahında oynayacağını iddia ettikleri olumlu rol dolayısıyla her yönden göklere çıkaran bütün teoriler (burjuva, faşist, stalinist, solcu ya da "goşist") karşı-devrimcidir. Proletaryaya tapınmak, sermayenin en etkili ve tehlikeli silahlarından biri olagelmiştir. Proleterlerin çoğu düşük ücretlidir ve çoğunlukla üretimde çalışırlar, ancak onların proletarya olarak ortaya çıkmaları, düşük ücretli üreticiler olmalarından gelmez, mülkiyetten "yoksun bırakılmış" olmalarından, ne yaşamları üzerinde, ne de yaşamak için yapmak zorunda oldukları şey üzerinde kontrolleri olmamasından gelir.

Proletarya tanımının sosyolojiyle bir ilgisi yoktur. Komünizmin olanaklılığını dışlayarak ileri sürülen "proletarya" teorileri, metafizikten farksızdır. Bizi doğrulayan şey şudur ki, ne zaman proletarya özerk olarak toplumun işleyişine müdahale etmişse, ancak o zaman, sürekli olarak, var olan düzenin inkârı olarak hareket etmiş, düzene olumlu değer ya da rol sunmamış ve el yordamıyla başka bir şeylerin arayışına girmiştir.

Üretim değeri olduğu kadar, değere dayanan dünyanın yok edicisi de olabilen proletarya, örneğin, işsizleri ve çok sayıda ev kadınını da kapsar, çünkü kapitalizm, işsizleri kiraladığı ve işten attığı gibi, toplam değeri arttıran ev kadınlarının emeğinden de yararlanır.

Diğer yandan, burjuvazi, zengin olduğu ve nüfusun geri kalan kısmı da zengin olmadığı için yönetici sınıf değildir. Burjuva olmak onları zengin yapmıştır, yoksa zengin olmak onları burjuva yapmamıştır. Onlar yönetici sınıftır, çünkü ekonomiyi- makineleri olduğu kadar işçileri de kontrol ederler. En dar anlamıyla alacak olursak, sahiplik, yalnızca, kapitalizmin özel varyantlarında ortaya çıkan bir sınıf iktidarı biçimidir.

Proletarya, işçi sınıfı değil, işi eleştiren sınıftır. O, eski dünyanın yıkımıdır, yalnızca potansiyel olarak; bu yıkım, yalnızca bir sosyal gerginlik ve karışıklık anında, sermaye tarafından komünizmin temsilcisi olmaya zorlandığı zaman gerçek haline gelir. O, zamanın burjuvazisi gibi hakim sınıf olmak için değil, sınıflı toplumu yıkmak için birleştiği, örgütlendiği zaman, ancak o zaman kurulu toplumu yıkabilir; o anda yalnızca tek bir sosyal fail vardır: insanoğlu. Fakat, onu ön plana çıkaran böyle bir çatışma döneminin dışında, proletarya, sermayenin bir unsuru, makinenin bir çarkı statüsüne iner (ve elbette bu yön, sermaye tarafından göklere çıkarılır, işçiye yalnızca var olan toplumsal sistemin bir parçası olarak tapılır).

"Uvriyerizm"den ve işçicilikten (entellektüelizmin diğer yüzü) uzak olan radikal düşünce, ne işçi sınıfını göklere çıkarır, ne de kol çalışmasına sonsuz mutluluk olarak saygı gösterir. Radikal düşünce, onların üretimdeki yerleri, üretimi devrimcileştirmeye daha elverişli olduğundan, üretici işçilere belirleyici (istisnai değil) bir rol verir. Yalnızca bu anlamda (genellikle de beyaz iş tulumu giyen ve muhtemelen kravat takan) mavi yakalılar, diğerlerinden farklı görevler yerine getirme sosyal fonksiyonları oranında merkezi bir rol oynarlar. Yine de, işsizliğin, gündelikçi işçiliğin, hayatın her anındaki okul ve eğitim süresinin uzamasının, geçici ve part-time işlerin, erken emekliliğe zorlanmanın yaygınlaşması; insanların sefaletten işe ve zaman zaman işsizlik parasının düşük ücrete eşit hale gelmesiyle yeniden sefalete ve kaçak işlere yönelmesi sonucu ortaya çıkan, refahın ve işsizliğin o tuhaf karışımı; işle işsizlik arasındaki farkın ne olduğunu söylemeyi iyice zorlaştırır.

Yakın bir dönemde, Marx'ın ilk yazılarında sözünü ettiği benzeri bir çözülme aşamasına girebiliriz. Her güçlü tarihi karışıklık döneminde (1840'lar ve 1917 sonrası gibi) proletarya, sosyal bağların gevşemesini (işçi sınıfının ve orta sınıfın sosyal merdivenden aşağı kaymaları ya da bunun korkusunu duymaları) ve geleneksel değerlerin (kültür artık birleştirici olamamaktadır) zayıflamasını yansıtır. Eski toplumun yaşam koşulları, proleterlerde şimdiden olumsuzlanmıştır. Çalışma ahlâkını bozan, hippiler ya da punklar değil, modern kapitalizmdir. Mülkiyet, aile, ulus, ahlâk, burjuva anlamda siyaset, proletarya koşulları içinde çöküşe doğru yol alma eğilimindedirler.

H) İnsan Topluluğunun Biçimlenmesi
İlkel topluluk, emeğin potansiyelinden yararlanamayacak kadar yoksul ve zayıftı. O, çalışmanın yalnızca mevcut biçimlerini biliyordu. Emek, aletlerde kristalize olmuş, biriktirilmiş değildi; ölü emek çok az depolanmıştı. Ne zaman bu daha ortak hale geldi, değiş tokuş da gereklilik olarak ortaya çıktı: dolaşıma girebilmesi için, üretim, yalnızca soyut emekle, ortalama emek zamanla ölçülebilirdi. Yaşayan emek, faaliyetin vazgeçilmez bir parçasıydı ve ölçüm için gerekli olan emek süresiydi. Emek süresi, parada maddileşti. Bu andan itibaren doğal felaketler tarafından daha da azgın hale gelen sınıf sömürüsü ortaya çıktı (bkz. yukardaki pre-kapitalist krizler). Bu andan itibaren yükselen ve yıkılan devletler ve zaman zaman da ancak bir diğerine karşı savaşarak büyüyen imparatorluklar ortaya çıktı. Bazen de değişim ilişkileri, imparatorluklardan birinin ya da birkaçının yıkımından sonra, dünyanın uygarlaşmış (yani ticarileştirilmiş) çeşitli bölümlerinde sona erdi. Var olan ekonominin geri bir geçim ekonomisine doğru gider gibi göründüğü, gelişmedeki böyle bir duraklama yüzyıllarca sürdü.

Bu dönem içinde insanlık, yararsız, hatta yıkıcı olabilen insan emeğinin sömürüsüne dayanan bir üretici aygıt yaratamadı. Kapitalizmin mutlak rolü, ölü emeği biriktirmesi oldu. Tamamen sermayeye bağlı bütün endüstriyel kompleksin varlığı göstermiştir ki, insan faaliyetinin sosyal karakteri nihaî olarak bir alet yaratımında maddileşir, bu yeni bir dünya cenneti yaratmak değildir, ama ihtiyaçları karşılamak üzere mevcut kaynakları en iyi bir şekilde kullanmayı ve ihtiyaçlara cevap verecek yeni kaynaklar üretmeyi mümkün kılacak bir gelişmeyi sağlamaktır. Eğer bu endüstriyel kompleks, yaşayan emeğin başlıca üretici faktör olduğu bir aşamaya tekabül eden emeğin düzenleyici bir rol oynadığı üretimin vazgeçilmez bir unsuruna dönüşürse bütün anlamını kaybeder; üretim için değer gereksiz hale gelir. Değerin yaşamsallığı, artık yıkıcılığa dönüşür. Değer, emeğin genel karakterinden, emek tarafından üretilen ve tüketilen (hem bireysel hem de sosyal olarak) sonuçlarıyla, en basitinden, en karmaşığına, paranın bütün biçimlerinde somutlaşır. Dünya çapında birleşik bir üretici sistem yaratan bir enerji olmadığı sürece, değer gerekli bir aracı olarak kalır: ama bu olduğu andan itibaren, bir engele dönüşür.6

Komünizm, insanların aracısız yaşayabilmelerini sağlayan ölü emeği yeteri ölçüde biriktirmek için bir zamanlar gerekli olan (yol açtıkları bütün sefalete rağmen) bir aracılık dizisinin sonu anlamına gelir. Değer, böyle bir aracıdır: sosyal faaliyetleri harekete geçiren ve bağlantılarını kuran bir dış unsur olarak o, artık yararsızdır. Üretimin ikincil unsuru olan birikim yalnızca dönüştürülmeye ve geliştirilmeye ihtiyaç duyar. Komünizm, hangisinin üretiminin geliştirileceğine karar vermek için kullanım değerlerini mukayese eder. O, sosyal hayatın unsurlarını, ortak bir paydaya indirgemez (onlar, ortalama emek süresini içerir). Komünizm, maddi hayatını, ihtiyaçların çatışması ve karşılıklı etkileşimi temelinde örgütler - ki, bu, çatışmaları, hatta şiddetin bazı biçimlerini dışlamaz. İnsanlar meleklere dönüşmeyeceklerdir: Niçin dönüşsünler ki?

Komünizm, aynı zamanda, toplumun birleşmesi için gerekli bütün unsurların da sonudur: o, politikanın sonudur. O, ne demokratik, ne de diktatoryaldır. Eğer bu kelime, herkesin bütün toplumsal faaliyetlerden sorumlu olacağı anlamına geliyorsa, o elbette "demokratik"tir. Bu, insanların toplumu yönetme iradesi yüzünden ya da demokratik ilke nedeniyle değil, fakat toplumsal faaliyetlerin örgütlenmesi, yalnızca o faaliyetlerde yer alan insanlar tarafından yerine getirileceği için böyledir. Gerçi, demokratların söylediğinin tersine, bu yalnızca, yaşamın bütün unsurlarının topluluğun parçası olduğu, bütün ayrı faaliyetlerin ve bütün tecrit edilmiş üretimlerin ilga edildiği komünizm aracılığıyla mümkün olacaktır. Bu, yalnızca, değerin yıkımıyla başarılabilecektir. İşletmeler arasındaki mübadele, kolektivitenin, kendi yaşamını (herşeyden önce de maddi yaşamını) kontrol etme olanaklarını dışlar. Mübadele ve değişimin hedefleri, halkın hedeflerine kökten karşıdır - General Motors, Woolworth's ya da nükleer enerji santralleri asla demokratik bir şekilde yönetilemezler. İşletme, kendini değer haline getirmeye çalışır ve onun bu hedefine hizmet eden liderliklerin dışında bir liderlik kabul etmez (bu da kapitalistlerin, niçin sermayenin görevlilerinden başka bir şey olmadıklarını açıklar). Yöneticileri, işletme yönetir. Öz-yönetim ancak, işletmenin sınırlılıklarının tasfiyesi ve her bireyi, diğer herkese, kendi yaşamını kazanmanın araçları olarak davranmaya zorlayan emtia ilişkilerinin yıkımıyla mümkündür. Yönetsel sorunlar ikincildir ve herkesin toplumu yönetmesini istemek saçmadır. Muhasebecilik ve yöneticilik işi, hiç bir ayrıcalığa yol açmayan, isteyenin yer alacağı, isteyenin almayacağı, diğer bütün faaliyetlerin bir benzeri haline gelecektir.

"Demokrasi, anlamının tersine, bir yalan ve su katılmamış bir iki yüzlülüktür... Kanımca, bu, hükümetin tüm biçimlerine tekabül eder. Politik özgürlük, bir sahtelik ve en kötü ihtimalle de köleliktir; böyle bir hayalî özgürlük en kötü köleleştirmedir. Politik eşitlik de böyledir: bu, her hükümet biçimi gibi, demokrasinin de yıkılması gerektiğini gösterir. Böyle bir iki yüzlü biçim devam edemez. Onun iç tutarsızlığı gün ışığına çıkarılmalıdır: o, ya açık bir despotizme delalet eden gerçek kölelik anlamına gelir ya da komünizme delalet eden gerçek özgürlük ve gerçek eşitlik."7

Komünizmde, bireyleri birleştirecek dışsal bir güç gereksizdir. Ütopik sosyalistler bunu hiçbir zaman anlayamadılar. Onların hemen hemen bütün hayalî toplumları, bu insanlar ne kadar yetenekli ve güçlü bir bakış açısına sahip olursa olsunlar, son derece sıkı planlamaya ve totaliter benzeri bir örgütlenmeye gereksinim duyar. Bu sosyalistler, insanların pratikte gruplar halinde bir araya gelerek yarattıkları bağları, yapay olarak yaratmanın yollarını aradılar. Aynı zamanda bu Ütopik sosyalistler, sömürü ve anarşiden kaçınmak için, sosyal hayatı, önceden örgütlediler. Anarşist bakış açısına sahip olan diğerleri ise, böyle bir otoriteryanizmi reddettiler ve toplumun sürekli bir yaratım olmasını istediler. Fakat sorun başka bir yerde yatıyordu: yalnızca maddî üretimin belirli bir gelişme düzeyine dayanan sosyal ilişkiler, bireyler arasındaki uyumu mümkün ve gerekli (çatışmaları da içeren bir şekilde) hale getirebilirdi. İşte o zaman bireyler ihtiyaçlarını karşılayabilirler, ama yalnızca grubun içinde basit bir alet olmayıp, grubun işleyişine otomatik olarak katılma yoluyla. Komünizmin, eskiden ayrı olan, ama artık olmayanları birleştirmeye ihtiyacı yoktur.

Bu, aynı zamanda dünyasal, hatta evrensel boyutta bir gerçektir. Gelişmenin araçları olarak ihtiyaç duyulan Devletler ve uluslar, artık tam anlamıyla reaksiyoner örgütlenmelerdir ve bu bölünmeler gelişmenin önünde birer engeldir: mümkün olan tek boyut insanlıktır.

Kafa emeği ile kol emeği, doğa ve kültür arasındaki karşıtlık eskiden anlaşılabilir bir şeydi. Çalışan birisiyle, çalışmayı örgütleyen biri arasındaki ayrım emeğin verimliliğini arttırdı. Gelişmenin bugünkü düzeyi, artık buna ihtiyaç göstermiyor ve bu bölünme, meslekî, "kültürel" ve eğitsel yaşamın her alanındaki var oluşunun saçmalığını gösteren bir engelden başka bir şey değildir. Komünizm, kol emeğiyle sakatlanan işçilerle bürolarda boşa harcanan işçiler arasındaki bölünmeyi ortadan kaldırır.

Bu, insanla doğal çevresi arasındaki karşıtlıkta da söz konusudur. Eski zamanlarda insan dünyayı ancak "doğanın" hakimiyetine karşı savaşarak sosyalize edebiliyordu. Günümüzde ise insan doğa için bir tehdit haline gelmiştir. Komünizm insanla doğanın yeniden barışmasıdır.

Komünizm, ondan korkan ve hakir gören diğer herşeyin ona bağımlı hale getirildiği ayrı ve ayrıcalıklı bir alan olan ekonomiye son verilmesidir. İnsan, yaşam koşullarını üretir ve yeniden üretir: en saf biçimiyle ilkel topluluğun, kapitalizm altında dağılmasından bu yana, çalışma, yani insanın çevresini kendine uyumlu hale getiren faaliyet, rahatlamaya, eğlenmeye, "gerçek" hayata karşı bir zorunluluk halini aldı. Bu aşama, bu köleleştirmeyi ortadan kaldırmayı mümkün hale getirecek ölü emeği yaratmak için tarihî olarak gerekliydi. Sermayenin gelişmesiyle, üretim (= değer kazanmak için üretim) dünyanın yöneticisi haline geldi. Bu, üretim ilişkilerinin toplum üzerindeki

diktatörlüğüydü. Üretici, hayatı sonradan daha yaşanır kılmak için yaşamını fedâ eder. Bu yaşanır kılmanın ise, insanın yaşamını sürdürmek için yalnızca bir araç olan çalışmanın doğasıyla genelde bir ilişkisi yoktur. Komünizm, üretim ilişkilerini çözer ve onları sosyal ilişkilerle birleştirir. O, eğlenmeyle çalışmayı karşı karşıya koymaz ve faaliyetler arasında ayrılık gözetmez. Bütün bir yaşam boyunca aynı işi yapma, kafa ya da kol işçisi olma zorunluluğu ortadan kalkar. Emek birikiminin, bilim ve tekniği içermesi ve bütünlemesi, araştırma ve işi, düşünme ve eylemi, öğretme ve çalışmayı tek bir faaliyet haline dönüştürmeyi mümkün kılar. Bazı görevler herkesin omuzlayabileceği görevlerdir ve otomasyonun genelleşmesi, üretici faaliyeti derinden dönüştürür. Komünizm, ne çalışmaya karşı eğlenceyi, ne de çalışmaya karşı çalışmamayı destekler. Bu sınırlı ve kısmî fikirler hâlâ kapitalizmin gerçekleridir. Hayat şartlarının (maddi, duygusal, kültürel vb.) üretimi ve yeniden üretimi olarak çalışma, insanın doğasında vardır.

İnsan, yaşam araçlarını kolektif olarak yaratır ve onları dönüştürür. O, bunları makinelerden alamaz: böyle olsaydı, insanoğlu, nereden geldiklerini bilmediği oyuncaklarla oynayan bir çocuğun durumuna düşerdi. Çocuk için oyuncakların nerden geldiği önemli değildir: orada olmaları yeterlidir. Aynı şekilde, komünizm, çalışmayı, sürekli zevk ve neşeye dönüştürmez. İnsan yaşamı, çabalamaktan ve zevkten oluşur. Şairin çalışması bile acılı anlar içerir. Komünizm yalnızca, çaba ile zevk, yaratma ile yeniden yaratma, çalışma ile eğlence arasındaki ayrılığı ortadan kaldırabilir.

I) Komünleştirme
Komünizm, insanlığın, zenginliğin ele geçirilmesini ve bu zenginliğin tam ve kaçınılmaz dönüşümünü ifade eder. Bu, işletmelerin ayrı birimler olarak varlığına ve bunun için de değer yasasına son verilmesini gerektirir: kârı sosyalleştirmek için değil, malları, endüstriyel merkezler arasında, değerin aracılığı olmadan dolaştırmak için. Bu, komünizmin, üretim sistemini, kapitalizm tarafından terkedildiği haliyle kullanacağı anlamına gelmez. Sorun, kapitalizmin "iyi" yanını (üretim) korurken, "kötü" yanını (değer kazanma) ortadan kaldırmak değildir. Daha önce de gördüğümüz gibi, değer ve kâr mantığı, belli tipte bir üretimi dayatır, belli dalları geliştirirken, diğerlerini ihmal eder, üretimi ve büyümeyi övmek, sermayenin şerefine yüksek sesle ilahiler okumaktır.

Diğer yandan, üretimi devrimcileştirmek, işletmeleri yıkmak için, komünist devrim, üretimi yararlı hale getirmek zorundadır. Bu, en azından bir aşamada komünist devrimin gerekli bir "manivelası"dır. Hedef, fabrikaları yalnızca yönetmek üzere ele geçirmek değil, fakat onları, işletmeler olarak yıkacak olan değişim ilişkilerinin ortadan kaldırılması yoluyla, birbirine bağlamaktır. Böyle bir hareket, şehirle köy arasındaki karşıtlığı ve endüstriyle diğer faaliyetler arasındaki ayrılığı azaltarak ve sonra da bastırarak nerdeyse otomatik olarak başlar. Bugün endüstri, diğer sektörleri boğarken, bir yandan da kendi sınırlılıkları içinde boğulmaktadır.

Sermaye, değer birikimini sağlamak için vardır: o, bu değeri, depolanmış emek, ölü emek biçiminde sabitleştirir. Birikim ve üretim, kendi başlarına birer amaç haline gelirler. Onların yanında herşey ikinci planda kalır: sermaye, yatırımlarını insan emeğiyle besler. Aynı zamanda o, daha önce de belirttiğimiz gibi, üretici olmayan emeği geliştirir. Komünist devrim, bu saçmalığa karşı bir isyandır. O, aynı zamanda bir birikim karşıtlığıdır, hayatın artık ebediyen sona ermiş biçimlerine dönmek için değil, fakat herşeyi yerli yerine koyarak: şimdiye kadar insan yatırım için feda edilegelmiştir; bugün ise bunu tersine çevirmek mümkün hale gelmiştir. Komünizm üretimciliğe ve aynı şekilde, var olan ekonomik çerçeve dahilinde ekolojik gelişme ilüzyonuna karşıdır. "Sıfır büyüme" yine de büyümedir. Ekolojinin resmi sözcüleri, asla değeri ölçü alan ekonominin eleştirisini seslendirmezler, onlar yalnızca paranın belirlediği kaynakların akıllıca denetlenmesini isterler.

Komünizm, kapitalizmin daha rasyonel, daha verimli, daha modern, daha eşitlikçi ve daha az anarşik formdaki bir devamı değildir. O, ele geçirdiği eski maddi temelleri olduğu gibi devralmaz: onları alaşağı eder.

Komünizm, iktidarı aldıktan sonra pratiğe konan bir ölçütler dizisi değildir. O, bir üretim tarzı olarak değil (kapitalist toplumda komünist adası olamaz), fakat insanların gerçek ihtiyaçlarından kaynaklanan bir eğilim olarak zaten var olan bir harekettir. Komünizm, değerin uzağından bile geçmez. Önemli olan, günün birinde çok sayıda insanın kalkıp, değer ve kârı yıkmaya başlamaları değildir. Bütün geçmiş devrimci hareketler, toplumu işlemez hale getirebildiler ve bu evrensel stopajın içinden bir şeyler çıkmasını beklediler. Komünleştirme, tam tersine, malların parasız dolaşımını sağlayacak, bir fabrikayı yakınındakilerden tecrit eden kapıları açacak, çalışma yöntemi teknik gelişmeye çok yabancı olan bir diğer fabrikayı kapatacak, okulları, öğrenmeyi 15 yılla uygulamadan koparan bir uzmanlaştırma yeri olmaktan çıkaracak, insanların kendilerini 3 odalık aile birimlerine hapsetmeye zorlayan duvarları alaşağı edecek, kısacası, bütün bölünmeleri ortadan kaldırmaya yönelecektir.

Komünist devrimin işleyişi, mücadelelerin sonucudur. Bu mücadelelerin gelişmesi, toplumun, tüm bireylerin yeni sosyal ilişkiler kuracağı bir aşamaya gelmesine yol açar. Şu andaki çok sayıda sosyal mücadele, hiçbir sonuç getirmiyor gibi görünüyorsa da, onlara katılan insanlar şu anda ne düşünüyor olurlarsa olsunlar, bu mücadelelerin devam etmesi, komünizme yol açacaktır. İşçiler, sadece taleplerini ileri sürdükleri zaman bile, sık sık, devletle ve onun yardımcısı sendikalarla şiddetli bir çatışmaya girmekten başka bir çözüm yolu olmayan bir noktaya gelirler. Bu durumda, silahlı mücadele ve ayaklanma, bir sosyal programın uygulanmasına ve ekonominin bir silah olarak kullanılmasına delalet eder. (bkz: yukarıdaki proletarya bölümü). Bu askerî yön önemli olmakla birlikte, mücadelenin sosyal içeriğine bağlıdır. Düşmanlarını askerî düzlemde yenebilmek için proletarya, - bilinci ne olursa olsun - toplumu komünist bir tarzda dönüştürür.

"Modern strateji, burjuvazinin ve köylülüğün kurtuluşu demektir: o, sözü geçen kurtuluşun askerî ifadesidir. Proletaryanın kurtuluşu da özel bir askerî ifadeye ve yeni bir özel savaş biçimine sahip olacaktır. Bu, son derece açıktır. Biz böyle bir stratejiyi, proletaryanın maddi koşullarından bile çıkarabiliriz."8

Şu ana kadarki mücadelelerin askerî gelişmeleri, yeni bir toplumun ortaya çıkışını gerekli kılacak bir aşamaya ulaşmış değildir. Almanya'da, 1919 ve 1921 arasında cereyan eden en önemli toplumsal çatışmalarda, proletarya, iç savaşın şiddetine rağmen, bu aşamaya ulaşmamıştır. Yine de bu çatışmaların altında komünist perspektif mevcuttu, bu nokta hesaba katılmazsa, bu çatışmalar hiç bir anlam ifade etmez. Burjuvazi, kendi çıkarları için ekonomi silahını kullanabildi, örneğin işçi sınıfını işsizlik yoluyla böldü. Proletarya ise ekonomiyi kendi çıkarları için kullanamadı ve esas olarak askerî araçlarla mücadele etti; 1920'de, Ruhr bölgesinde bir Kızıl Ordu kurmaya kadar gitti, ama kendi sosyal fonksiyonunun sağlamış olduğu bu silahı hiç bir zaman kullanamadı.

Farklı bir durumda, Birleşik Devletlerde, bazı isyanlar bir sosyal dönüşüm başlattılar, fakat yalnızca emtia düzleminde, bizzat sermaye düzleminde değil. Bu insanlar, proletaryanın yalnızca bir bölümünü oluşturuyorlardı ve üretimden dışlandıkları için onu bir "manivela" olarak kullanma olanağına sahip değillerdi. Fabrikaların dışındaydılar. Ne var ki, komünist devrim, onu yıkmak için işletmelerin içinden bir eylemi öngörür. Birleşik Devletlerdeki ayaklanmalar tüketim ve dağıtım düzeyinde kaldı.9 Komünizm, maddenin özüne, artı-değer üreten merkeze, üretime saldırmadan gelişemez. Fakat o, bu manivelayı yalnızca onu yıkmak için kullanır.

Devrimi, kaybedecek bir şeyi olmayanlar yapar: onlar var olan toplumdan çıkan sosyal ilişkileri kurmak zorunda kalırlar. Bu çıkış, ekonominin büyük bir bölümünün durgunluğa uğradığı 1929 yılındakinden son derece farklı bir krize delalet eder. Eğer çeşitli unsurlar, ücretli emeğe karşı isyanda birleşirlerse, toplum öyle zor bir durumda kalacaktır ki, mücadeleleri birbirinden tecrit edemeyecektir. Komünist devrim, ne bugünkü hareketlerin bir toplamı, ne de onların bir "öncü"nün araya girmesiyle dönüşümüdür. Elbette böyle bir olay ancak dünya çapında, herşeyden önce de bir kısım gelişmiş ülkede meydana gelebilir. Esas sorun, iktidarın işçiler tarafından ele geçirilmesi değildir. Şu andaki durumuyla, işçi sınıfının diktatörlüğünü savunmak saçmadır. İşçiler, bugün, hiç bir şeyi yönetme yeteneğine sahip değillerdir: onlar, değer kazanmaya yönelik işleyişin bir parçasından ibarettirler ve sermayenin diktatörlüğüne boyun eğmiş durumdadırlar. Şu andaki işçi sınıfının diktatörlüğü, onun temsilcilerinin, yani sendika liderlerinin ve işçi partilerinin diktatörlüğünden başka bir şey olmayacaktır. Bu, "sosyalist" ülkelerde görülen durumdur ve dünyanın geri kalan kısmındaki demokratik solun programıdır.

Devrimin bir örgütlenme sorunu vardır, ama devrim bir örgütlenme sorunu değildir. "İşçi hükümeti" ya da "işçi iktidarı"na ilişkin bütün teoriler, yalnızca sermayenin krizi için alternatif çözümlerdir. Devrim, herşeyden önce, toplumun, yani insanlar arasındaki ve insanlarla yaşam araçları arasındaki kurulu ilişkilerin dönüşümüdür. Örgütsel problemler ve "liderler" ikincildir: bunlar devrimin başarılarına bağlıdır. Bu, komünist devrimin başından itibaren, onu ortaya çıkaran toplumun görevidir. Devrim, işçilerin % 51'i devrimci olduğu zaman olmayacaktır; ve o, bir karar aygıtının işaretiyle başlamayacaktır. Kapitalizmin, sürekli olarak yönetim ve liderlik sorunlarıyla boğuştuğu kesindir. Komünist devrimin örgütsel biçimi, her sosyal harekette olduğu gibi, onun içeriğine bağlıdır. Partinin, devrimin örgütünün, kendisini nasıl yapılandırdığı ve hareket ettiği, gerçekleştirilecek görevlere bağlıdır.

19. yüzyılda, hatta birinci dünya savaşı sırasında, komünizmin maddî koşulları, en azından bazı ülkelerde (Fransa, İtalya, Rusya vb.) hâlâ ortaya çıkmamıştı. Komünist bir devrim, çalışmayana ekmek yok kuralına uygun olarak (elbette bu yalnızca çalışabilecek durumda olanlara uygulandı) öncelikle üretici güçleri geliştirmek, küçük burjuvaziyi işe koşmak, endüstriyel emeği genelleştirmek zorundaydı. Fakat devrim gerçekleşmedi ve onun Alman müstahkem mevkii ezildi. Devrimin görevleri, o zamandan beri, kapitalist ekonomik büyümeyle yerine getirildi. Komünizmin maddî temeli şu anda mevcuttur. Artık üretici olmayan işçileri fabrikaya göndermeye ihtiyaç yoktur; sorun, bugünkünden tamamen farklı, başka bir "endüstri"nin temelini yaratmaktır. Bir çok fabrika kapanmak zorunda kalacaktır ve zorunlu emek artık söz konusu değildir: biz, hayatın geri kalanından ayrılan bir faaliyet olarak çalışmayı ortadan kaldırmak istiyoruz. Bu, bu çöp toplama mantığını ve düzenini bir uygulama olarak anında bütünüyle değiştirmese bile, bazılarının yıllarca yapmak zorunda kaldıkları bir iş olarak çöp toplamayı anlamsız hale getirecektir.

Az gelişmiş ülkeler - zamanı geçmiş olsa da yeterli bir deyim - endüstrileşmek zorunda olmayacaklar. Asya, Afrika ve Latin Amerika'nın bir çok bölgesinde, sermaye, emeği ezmektedir, fakat onun üzerinde "gerçek" bir hakimiyet kuramamıştır. Sosyal komünal yaşamın eski biçimleri hâlâ varlığını korumaktadır. Komünizm, - Marx'ın Rus köylü komünüyle ilgili olarak düşündüğü gibi - bazı "batı" teknolojilerini farklı bir tarzda uygulayarak, bu biçimlerin çoğunu yeniden canlandıracaktır. Böyle bölgeler, komünleşmeye, bir çok bakımdan, o araba ve televizyon tutkunu, devasa "uygar" birleşik şehirler ağından çok daha yatkın olduklarını ispatlamışlardır. Başka bir deyişle, dünya çapında bir birikim dağıtma yöntemi.

J) Devletleri Ortadan Kaldırmak
Devlet, insanın, kendi yaşamını yönetememesinden doğmuştur. O, - sembolik ve maddi olarak- birleşmemenin birliğidir. Proletarya yaşam araçlarını ele geçirir geçirmez, bu aracı kurum, işlevini yitirmeye başlayacaktır, fakat onun yıkımı otomatik bir süreç değildir. O, yavaş yavaş ortadan kalkmayacaktır, ticarî olmayan alan nasıl hızla büyüyorsa, o da hızla ortadan kalkacaktır. Aslında, böyle bir alan, 1936-37'de İspanya'da olduğu gibi, eğer merkezî hükümet makinesinin devamına izin verirse, son derece kırılgan olacaktır. Hiçbir Devlet yapısı, kendi kendisini sönüşe götürmez.

Bu yüzden, komünleştirme, parça parça eylemlerin doğrudan toplamından daha fazla şey ifade eder. Sermayenin işi, dünyayla ilişkilerini kendi ellerini alacak insanların yol açacağı genel yıkımla bitecektir. Fakat devlet bir gücü elinde tuttuğu sürece hiç bir şey başarılamayacaktır. Toplum bir kılcal damarlar ağından ibaret değildir: Toplumu koruyacak güç, iktidarı merkezileşmiş bir güçte yoğunlaştıran ilişkilerdir. Kapitalizm, kendi global ölçüde işleyişine devam ederken, bizlerin yaşamımızı yerel düzeyde değiştirdiğimizi gördüğünde, çok mutlu olacaktır. Merkezî bir güç olarak Devletin iktidarı, her yerde olduğu kadar, merkezî eylemle de yıkılmak zorundadır. Komünist hareket politika karşıtıdır, ama a-politik değildir.10

K) Günümüzün Bir Sosyal Hareketi Olarak Komünizm
Komünizm, yalnızca bir sosyal sistem, "devrimden" sonra, gelecekte var olacak bir üretim tarzı değildir. Bu devrim, aslında, iki dünya arasındaki bir çatışmadır:

1) bir yanda, tüm dışlanmış, bütün gerçek zevklerden mahrum edilmiş, hatta zaman zaman varlıkları tehdit altında olan, ama hayatta kalmak, yaşamak, eyleme geçmek için bir diğeriyle bağ kurma ihtiyacı duyarak birleşenler vardır;

2) diğer yanda ise, dünya çapında sosyalize olmuş, teknik düzeyde birleşmiş, ama herşeyi birleştirirken, aslında yıkacak olan değer mantığına boyun eğenleri birbirine karşıt hale gelmeye zorlayan, birimler halinde bölen bir ekonomi.

Bugünkü üretici güçleri çevreleyen emtia ve değer dünyası, onun kendi yaşamı pahasına aktif hale gelir; o kendini özerk bir gücün içinde yapılandırır ve gerçek ihtiyaçlar dünyası, onun yasalarına teslim edilir. Komünist devrim, bu teslimiyetin yıkımıdır. Komünizm, bu teslimiyete karşı mücadeledir ve bir başarı şansı olmamakla birlikte, kapitalizmin ilk günlerinden, hatta daha öncesinden beri ona karşı çıkmıştır.

İnsanlık, önce fikirlere, dünya hakkındaki telakkilere, kendi dışındaki kaynaklara yöneldi ve insanın doğasını, insanın sosyal ilişkilerinin değil, yalnızca bir insan yaratımı olan, gerçek dünyanın dışındaki (Tanrı) bir unsurun belirlediğini düşündü. Keza insanlık, çevresindeki dünyayı ele geçirme ve ona adapte olma çabasında, öncelikle maddi bir dünya, bir üretici güçler ağı, bir ekonomi, bu dünyayı ele geçirmeden önce onu ezen ve hakimiyeti altında tutan, ama artık kendine adapte ettiği ve ihtiyaçlarına göre dönüştürdüğü bir objeler dünyası yaratmak zorundaydı.

Komünist devrim, bugünkü sosyal hareketlerin fevkinde olduğu gibi, devamıdır da. Komünizm tartışmaları, genellikle hatalı bir noktadan başlatılır: devrimden sonra insanların ne yapacakları sorusu gündeme getirilir. Tartışmanın sürdüğü sırada ne olup bittiğiyle komünizmin bağlantısını hiçbir zaman kurmazlar. Burada tam bir kopukluk söz konusudur: öncelikle devrim yapılacak, komünizm ondan sonra gelecektir. Aslında komünizm, şu anda yürürlükte olan gerçek ihtiyaçların devamıdır, ancak şu andaki koşullar ona izin vermediği için hiçbir yerde öne çıkamamakta ve başarılı olamamaktadır. Bugün, kendini yalnızca bugünkü dünyayı reddederek değil, aynı zamanda yeni bir dünya kurmak için çaba göstererek ifade eden çok sayıda komünist hareket ve davranış vardır. Bunlar şu ana kadar başarılı olamamıştır, onların devamlılığının mümkün olmadığı, yalnızca kendi sınırları içinde kaldıkları, yalnızca bir eğilim olarak kaldıkları görülebilir ("aşırı" grupların işlevi, kesinlikle bugünkü sınırlılıkları, hareketin hedefleri haline getirmek ve onları güçlendirmektir). Bant sisteminin reddinde, ev işgali mücadelelerinde, komünist perspektif, yalnızca modern dünyanın (hippy) reddi temelinde değil, fakat ne üretiliyor ve israf ediliyorsa onları kullanarak ve dönüştürerek "başka birşey" yaratmak için mücadele eder. Böyle çatışmalarda insanlar kendiliğinden, değişim ilişkileri mantığına boyun eğmeksizin malları ele geçirmeye çalışır; bu yüzden onlar bu mallara kullanım değeri olarak muamele eder. Onların bu eylemler sırasında, eşyalarla ve birbirleriyle kurdukları ilişkiler yıkıcıdır. İnsanlar böyle olaylar sırasında kendilerini bile değiştirebilirler. Bu "başka bir şeyler", onu örgütleyenler ne düşünüyor ve ne istiyor olurlarsa olsunlar, bu eylemelerde yer alan aşırılar ve onları teorize edenler ne yapıyor ya da söylüyor olursa olsunlar, bu eylemlerde yalnızca potansiyel olarak vardır. Böyle hareketler, eylemlerinin bilincinin de ortaya çıkmasını zorlayacaklardır, daha iyiyi yapmak için, yapılan şeyin anlaşılması gerekir.

Komünizm ihtiyacını şimdiden hisseden ve onu tartışanlar, komünist akideyi gündeme getirmek, bu sınırlı eylemleri "gerçek" komünist faaliyete doğru yönlendirmeyi önermek için mücadelelere müdahale edemezler. Fakat ihtiyaç, sloganlar değil, bu mücadelelerin işleyişine ve arkaplanına bir açıklama getirmektir. İnsan, ne yapmak zorunda kalacaksa, yalnızca onu göstermelidir.

1. Marx, The Economic and Philosophic Manuscrips 0f 1844 (New York: International Publishers, 1964).

2. Engels, Selected Writings, s.217-218: "Modern devlet... bütünsel ulusal sermayenin... en iyi ifadesidir."

3. Mattick'in Marx and Keynes'i (Porter Sergent, 1969), komünizmin dinamiklerini kavramakta başarısız olmasına rağmen, kapitalist krizlerin mükemmel bir analizini verir (bkz. aşağıdaki "Leninism and the Ultra-Left").

4. F. Perlman, The Reproduction of Daily Life, Black & Red, 1969.

5. "Bir şeyi olmayanlar" kavramını formüle eden, II. Dünya Savaşından sonraki yıllarda, İtalyan Komünisti Amadeo Bordiga olmuştur. Bordiga'nın amacı, proletaryanın yeni bir tanımını yapmak değil, fakat genel tarife geri dönmekti. Kapital'in proletaryaya ilişkin ilk analizleri anlaşılmış olmalıydı, örneğin, Contribution to the Critique of the Hegelian Philosophy of Law : Introduction (1843).

6. Bkz. Marx'ın 1857-1858 elyazmaları. Genellikle Almanca başlığıyla bilinir: The Grundrisse, Pelican, 1973.

7. Engels, "Progress of Social Reform on the Continent," The New Moral World, 4-11-1843.

8. Engels, Conditions and Prospects of a War of the Holy Alliance against a Revolutionary France in 1852.

9. Bkz. The Rise and Fall of the Spectacular Commodity Economy (1965).

10. Marx (1844'deki, The King of Prussia and Social Reform adlı tanınmış makalesinde ve diğer ilk dönem makalelerinde) politikanın eleştirisini geliştirdi ve "politik" devrime karşı "sosyal" devrimi savundu: politik devrim, bireyler ve gruplar arasındaki bağlantıları, gerçeklikte yapılabildiğinin ötesinde çok fazla değiştirmeksizin yeniden düzenliyordu, sosyal devrim ise, insanların yaşam araçlarını, yaşam tarzlarını, gerçek koşullarını değiştirmeye çalışıyordu, böylece onların birbirleriyle ilişkilerini de dönüştürüyordu.
İlk isyan girişimlerinrden biri, yaşamlarımızın, yukardan, bir öğretmen, bir patron, bir polis, bir sosyal danışman, bir sendika lideri, bir devlet memuru tarafından kontrol edilmesine karşı olmuştur... O zaman işe politikacılar karışır ve bütün tutku ve istekleri iktidar sorununa indirgerler - iktidar, ister bir parti tarafından ele alınsın, isterse herkese paylaştırılsın. Ki, bizim ihtiyacını duyduğumuz iktidar, yaşamımızı üretmek için gerekli olan iktidardır. Bütün elektriğin bize, dev (kömür, petrol ya da nükleer) santrallerden geldiği bir dünya daima bizim dışımızda kalacaktır. Yalnızca politik olarak düşünen birisi, devrimin öncelikle iktidarın ele geçirilmesi ve/veya yeniden dağıtım sorunu olduğunu düşünür.

II. SINIF MÜCADELESİ VE SON YILLARDAKİ EN BELİRGİN ÖZELLİKLERİ: Komünist Perspektifin yeniden ortaya çıkışı
Bu makale, Mayıs 68'den hemen sonra yazılmaya başlandı ve "öz- yönetim" altındaki (Devlet kontrollü) bir Cezayir ayakkabı fabrikasında yıllar önce çalışıp, bir insanın kaderini ele alması konusundaki kendiliğinden tutkunun, ücretli emeğin yürürlükte olduğu kurumlaşmış bir öz-yönetimde nasıl sona erebildiğini kendi deneyleriyle gören bir arkadaş tarafından, 72'de tamamlandı.

Eğer bu metin bugün yazılmış olsaydı, tarihsel bilgi farklı olacaktı. Belli merkezlerde hâlâ gücünü korumakla birlikte, Fransız KP, geleneksel işçi sınıfı bölgelerinin de-endüstriyalize edilmesiyle güç kaybetmiştir. Ayrıca, diğer ülkelerde olduğu gibi, kimse artık "stalinizm"den söz etmemektedir. KP'ler, Rusya'ya çok tutkun olduklarından Stalinist değillerdi, tersine, Devlet kapitalizmi, sermaye için olası bir çözüm olduğu için... genellikle Kızıl Ordu birlikleri ve kardeş "sosyalist" ülkeler yardıma geldiklerinden Stalinisttiler. SSCB'nin çökmesiyle, artık orada kapitalizmin bu geri biçimi kullanılmaz hale geldi ve KP'ler sosyal- demokrat partilere dönüştüler. Adapte olabilen İtalyan KP ise, uzun bir süreden beri zaten bu yolda devam etmektedir. Uzun bir direnişten sonra, inatçı Fransız KP de bu yola girdi. Altmış yıllık o meşum Stalinist maskaralık, proletarya tarafından değil, fakat karşı konulmaz emtia akını tarafından tarihin çöp tenekesine gönderildi. Kredi kartı, kaba kuvvetten daha güçlü çıktı. (1997 notu, G.D.)

Bu metnin esas amacı, bu yüzyılın ilk yarısında, çeşitli biçimlerde yer alan (partiler, sendikalar, işçi konseyleri) devrimci hareketin, bugün yalnızca geçmişte kalmayıp, aynı zamanda devrimci hareketin yeniden biçimlenmesinin önünde bir engel haline gelmesinin temel sebeplerini göstermeye çalışmaktı. Fakat bu proje yalnızca kısmen yerine getirilebildi. Bu görev hâlâ gerçekleştirilmeyi bekliyor. Fakat harekete geçmeden tam bir teorik yapının oluşmasını beklemek de bir hata olacaktır. Bundan sonraki metin, komünist "parti"nin yeni biçimlerinin anlaşılması için işe yarar belli unsurları verecektir. Son zamanlardaki olaylar, (başta, Birleşik Devletler, Britanya, Fransa ve İtalya'daki grevler), yeni bir tarihi döneme girmekte olduğumuzu net bir şekilde göstermektedir. Örneğin, Fransız Komünist Partisi (F.K.P.) işçi sınıfını hâlâ domine etmekle birlikte, güçlü bir saldırı altındadır. Nitekim, uzun süredir devrimci hareketin sermayeye karşı mücadelesini saptıran F.K.P.'nin bu aracılık rolü ortadan kalkmaya yüz tutmuştur: İşçilerle kapitalizm arasındaki karşıtlık kendini gittikçe daha doğrudan bir biçimde ortaya koymaktadır. F.K.P. ideolojisinin işçiler arasında güçlü olduğu bir sırada, gerçek olaylar ve eylemler düzleminde durum F.K.P.'nin aleyhineydi ve devrimci hareket, F.K.P.'ye karşı esas olarak teorik düzlemde savaşmak zorunda kalmıştı.

Bugün devrimciler sermayeye pratikte karşı çıkmak zorundadırlar. Bu, yeni teorik görevlerin neden gerekli olduğunu ortaya koyuyor. Fikir düzleminde anlaşmak yeterli değildir; olumlu eyleme geçilmeli ve her şeyden önce, bu görüşleri desteklemek için şu andaki mücadelelere müdahale edilmelidir. Komünistler, toplumumuzda, kendini pratikte kanıtlamış bir partiden ayrı bir parti inşa etmek zorunda değillerdir; fakat onlar, kendi tutumlarını, artan ölçüde savunmak zorunda kalacaklardır ki, böylece gerçek hareket zamanını yararsız ve hatalı mücadeleler içinde harcamasın. Proletarya ile sermaye arasında bir çatışmaya doğru gittiğimizi düşünenler arasında organik bağlar (pratik faaliyetler için teorik çalışma) kurulmalıdır. Bu metin, komünist hareketin nasıl yeniden ortaya çıkacağını ve komünistlerin görevlerini nasıl savunacağını belirlemeye çalışmaktadır.

A) Fransa'da, Mayıs 1968
Mayıs 1968 genel grevi, kapitalist tarihin en büyük grevlerinden biridir. Çağdaş toplumda belki de ilk kez böylesine güçlü bir işçi hareketi ortaya çıktığı halde, bu hareket, kendini ifade edecek organlar yaratamamıştır. Dört yıldan fazla süren işçi mücadeleleri bu gerçeği ortaya koymuştur. Yerel ve geçici bağlantıların ötesine geçen örgütlenmeleri hiçbir yerde göremiyoruz. Devletle ve patronlarla görüşmelere girişen sendikalar ve partiler, bu boş işlere gömüldüler. 1968'deki kısa ömürlü çok sayıda Eylem Komitesi, sendikaların ve partilerin dışında davranan tek işçi örgütü biçimiydi; bu Eylem Komiteleri, ihanet içinde olduğunu düşündükleri sendikalara karşıydılar.

Ya grev başladığında, ya oturma eylemlerinde ya da daha sonraki, işe dönmeye karşı mücadele sırasında, binlerce işçi, sendikaların iradesine karşı içerde ve dışarda, şu ya da bu yolla kendisini örgütledi. Fakat bu işçi örgütleri, hareketin sona ermesiyle birlikte sönüp gittiler ve yeni tipte bir örgütlenmeye dönüşemediler.

Tek istisna, Paris'teki "Faculté des Lettres" in Censier binasındaki, grevin başladığından beri var olan "İşletme İçi" Komitesidir. Bu komite, Paris bölgesindeki düzinelerle fabrikadan işçiyi - birey ya da grup olarak - bir araya getiriyordu. Onun işlevi, C.G.T. Sendikasını kontrolünde tutan F.K.P. tarafından grevin bozguna uğratılmasına karşı eylemler koordine etmekti. Farklı işletmelerden işçiler arasındaki dayanışmayı pratiğe koyarak fabrikanın dar sınırlarının ötesine pratikte gidebilen tek işçi örgütlenmesi buydu. Proletaryanın bütün devrimci faaliyetlerinde olduğu gibi, bu komite eylemini duyurmadı.1

Bu komite, grevden sonra toplantılar örgütlemeye devam etti ve üyeleri onun yararsızlığını farkettikten sonra ortadan kalktı. Elbette çalışmalarında yer alan yüzlerce işçi kısa süre sonra onun toplantılarına gelmemeye başladılar. Bu işçilerden bir çoğu birbirini görmeye devam etti. Fakat, grev sırasında, Komitenin amacı, sendika ve parti manevralarına karşı mücadeleyi güçlendirmekken, sonradan, grevin sonuçları ve gelecek için ondan dersler çıkarma konusunda araştırma yapan bir tartışma grubuna dönüştü. Bu tartışmalar genellikle komünizm ve onun önemiyle ilgiliydi.

Bu komite bir azınlığı bir araya getiriyordu. Yine de onun Censier'deki günlük "genel toplantıları" ve daha küçük toplantıları binlerce işçinin bir araya gelmesini sağlıyordu. Bu, Paris bölgesiyle kısıtlı kaldı. Diğer bölgelerden, sendikaların tamamen dışında örgütlenen böyle bir deneyi şu ana kadar duymadık ("sol kanat" sendikalar da dahil: Fransa'nın batısındaki Nantes şehri, grev sırasında, az çok bu sendikaların eline geçmişti).

Şu da belirtilmelidir ki, komünist fikirleri benimseyen bir avuç insan (en çok bir düzine) eylemlere ve çalışmalara bütün güçleriyle katıldılar. Bunun sonucu, C.G.T.'nin etkisini sınırlamak, Troçkistlerin ve Maoistlerin etkisini asgariye indirmek oldu. Komite'nin, aşırılarınki de dahil bütün geleneksel sendika ve parti örgütlerinin dışında kalması ve fabrika sınırlarının ötesine gitmeye çalışması, 1968'den sonra olacakları önceden haber veriyordu. Komitenin, görevlerini tamamladıktan sonra ortadan kalkması da, son yıllardaki karakteristik mücadelelerde ortaya çıkan örgütlenmelerin sönüp gitmesinin işaretiydi.

Bu, şu andaki durumla, 1930'larda olanlar arasındaki büyük farklılığı gösterir. 1936'da, Fransa'da, işçi sınıfı "işçi" örgütlerinin arkasında savaştı ve onların savunduğu reformların peşine takıldı. Böylece haftada kırk saat çalışma ve iki haftalık ücretli izin, başta gelen talepleri maaşlı gruplarla aynı pozisyonda ve koşullara sahip olmak olan işçilerin gerçek bir zaferi olarak kabul edildi. Bu talepler yönetici sınıfa dayatılmıştı. Bugün işçi sınıfı, yaşam koşullarının düzeltilmesini talep etmiyor. Sendikalar ve partiler tarafından sunulan reform programları, Devlet tarafından ortaya atılan programlara son derece benzemektedir. "Mekanik" olarak adlandırdığı topluma karşı çare olarak "katılımı" öneren, bizzat DeGaulle'ün kendisidir.

Öyle görünüyor ki, "uygarlığın krizi" (A. Malraux) adı verilen bu uzayan krizi idrak eden, yönetici sınıfın yalnızca bir fraksiyonu olmuştur. O zamandan beri istisnasız bütün örgütler, bütün sendikalar ve partiler, şu ya da bu şekilde, büyük reform programının peşinden gitmektedirler. F.K.P., kendi hükümet programına "gerçek katılımı" almıştır. Diğer büyük sendika olan C.F.D.T., işçi konseylerine taraftar olan aşırı sol tarafından da desteklenen öz-yönetimi savunmaktadır. Troçkistler ise, bir "işçi hükümetinin" asgari programı olarak "işçi kontrolünü" önermektedirler.

Bütün bu yönelişlerin merkezinde yatan, işçi ile ürünü arasındaki kopukluğa son verme girişimidir. Bu, sermayenin görüşünün "ütopik" bir ifadesidir ve komünizmle hiçbir ilgisi yoktur. Kapitalist "ütopya", sömürünün kötü yanını ortadan kaldırmaya çalışır. Komünist hareket, kendini, sermayenin biçimsel bir eleştirisiyle ifade edemez. O, çalışma koşullarının değiştirilmesini değil, çalışmanın işlevinin değiştirilmesini hedefler: o, değişim değeri üretiminin yerine, kullanım değeri üretimini koymak ister. Oysa sendikalar ve partiler tartışmalarını birincinin sınırları içinde, proletaryanın hiçbir yapıcı rol oynamadığı aynı program, sermayenin programı içinde sürdürürler. Proletarya, bırakın pratik politik faaliyetleri, onun durumuna ilişkin düzenlenen tartışmalara bile "katılmaz". O, kendi görevleri hakkında teorik araştırma yapmaya çalışmaz. Bu, proletaryanın büyük sessizlik dönemidir. Yönetici sınıfın, işçilerin arzularını kendi tarzında ifade etmeye çalışması bir paradokstur. Yönetici sınıfın bir kesimi, artı-değere el koymanın bugünkü koşullarının, ekonominin bütünsel fonksiyonlarına engel olduğunu anlamıştır. Bu kesimin bakışaçısı, pastayı, işçi sınıfının, sermayeden "kâr" etme umuduna kapılmasını sağlayacak ve "katılım" yoluyla daha fazla artı- değer üreteceği bir biçimde paylaştırmaktı. Sermayenin kendi yaşamını daha da uzatma rüyaları gördüğü bir aşamaya ulaşmış bulunuyoruz.2 Bunun mümkün olması için, kapitalizmin, bütün parazit sektörlerini, yani sermayenin artık yeterli artı-değer üretmeyen bölümlerini tasfiye etmesi gerekir.

1936'da, işçiler, toplumun diğer kesimleriyle aynı düzeye gelmeye çalışıyorlardı, bugün ise sermaye, ayrıcalıklı gelire sahip kesimlere, işçiler gibi hayatın genel koşullarına uymalarını bizzat empoze etmektedir. Katılım kavramı, değer formasyonunun ihtiyaçları tarafından empoze edilen sömürüye rağmen eşitliği imâ etmektedir. Böylece katılım, bir sefalet "sosyalizm"i olmaktadır. Kapitalizm, ayakta kalması için gerekli olan, fakat doğrudan değer üretmeyen sektörlerin anormal yüksek fiatlarını düşürmek zorundadır.

İşçiler mücadeleleri sırasında, maddi koşullarını düzeltme olanağının sınırlı olduğunu ve bunun bütünüyle sermaye tarafından planlanmış olduğunu farketmişlerdir. İşçi sınıfı, kapitalizmin sınırları içinde kendi yaşam koşullarını gerçekten değiştirecek bir programa artık temelden müdahale edemez. Yirminci yüzyılın ilk yarısındaki büyük işçi mücadeleleri, sekiz saatlik iş günü, haftada kırk saat çalışma, ücretli tatil, endüstriyel sendikacılık, iş güvenliği mücadeleleri gösterdi ki, işçi sınıfı ile sermaye arasındaki ilişkiler, işçilerin "kapitalist" bir eylem düzenlemesine izin vermektedir. Bugün sermayenin kendisi reformları empoze etmekte ve ücretli emeğe rağmen eşitliği genelleştirmektedir. Bu yüzden işçi sınıfının hiçbir önemli bölümü, 1930'larda ya da bu yüzyılın başlarında olduğu gibi ortalama hedefler için mücadele etmeye istekli değildir. Fakat şurası da açıktır ki, komünist perspektif net olmadıkça, komünist bir temelde oluşmuş işçi örgütlenmeleri de olamayacaktır. Bu, komünist hedeflerin herkes için birdenbire net bir hale geleceği anlamına gelmemektedir elbette. İşçi sınıfının artı-değer üreten tek sınıf olduğu, dolayısıyla kapitalizmin krizinin odak noktası olan değer krizinin merkezinde yer aldığı ve diğer bütün sınıfları yıktığı gibi, kapitalizm içinde bir sınıf, kapitalizmin bir parçası olarak kendini de yıkacak organları biçimlendirdiği bir gerçektir. Komünist örgüt, yalnızca, burjuva ekonomisinin yıkımı ve değişim ilişkilerinin olmadığı bir insan topluluğunun yaratılması pratik sürecinde ortaya çıkacaktır.

Komünist hareket, kapitalizmin başından beri kendini sürekli ortaya koymuştur. Bu, sermayenin, neden kendi normal fonksiyonları için tehlikeli bulduğu herşeye karşı sürekli bir gözetim ve şiddet uyguladığını gösterir. Babeuf'un 1795'deki gizli ayaklanma girişiminden beri, işçi hareketi, gittikçe artan oranda şiddetle karşılaştı ve kapitalizmin, insanlığın vardığı en son nokta değil, insanlığın inkârı olduğunu gösteren uzun mücadeleler verdi.

Mayıs 68, pek bir pozitif sonuç elde edemese de, onun gerçek gücü, dayanıklı ilüzyonlar doğurmaması olmuştur. Mayıs "başarısızlığı", reformizmin başarısızlığıdır ve reformizmin sonu, kapitalizmin etkilerine karşı değil, onun kendisine karşı tamamen farklı düzeyde bir mücadeleyi doğurmuştur. 1968'de herkes "başka" bir toplum düşünüyordu. İnsanlar, genel öz-yönetim fikrinin ötesine nadiren geçiyorlardı. Yalnızca mücadeye liderlik edecek artı-değer üreten sınıf merkezde olduğunda gelişebilecek olan komünist mücadele dışında, diğer sınıflar yalnızca kapitalizmin sınıfları içinde düşünebilir ve davranabilirler ve bunları yalnızca sermayenin - hatta sermayenin kendi reforme ettiği biçimler içinde ifade ederler. Yine de bu kısmi eleştirilerin ve eleştirel ifadelerin arkasında, şu anda içine girmekte olduğumuz tarihi dönemin karakteristiği olan değer krizinin başlangıcını görebiliriz.

Bu fikirler gökten zembille inmez; onlar, hepimizde duygusal olarak var olan gerçek bir insan topluluğunun sendromları oldukları için her zaman ortaya çıkarlar. Ne zaman, ücretli emeğe dayanan bu sahte topluluk sorgulanır, o zaman sermayenin ihtiyaçlarının artık belirleyici olmadığı toplumsal yaşam biçimine doğru bir eğilim ortaya çıkar.

Mayıs 68'den beri komünist hareketin faaliyeti, giderek daha somut hale gelmiştir.

B) 1968'den Beri Grevler ve İşçi Mücadeleleri
II. Dünya Savaşından sonraki yıllarda cereyan eden grevler -en önemlileri bile- kontrol altında tutulur ve bunları sürekli politik ve mali krizler izlemezken, geçtiğimiz birkaç yıl içinde, Fransa, İtalya, Britanya, Belçika, Batı Almanya, İsveç, Danimarka, İspanya, Portekiz ve İsviçre'de, endüstriyel isyanların, hatta ayaklanmaların yeniden canlandığı görüldü. Polonya'da işçiler, enternasyonal söyleyerek KP'nin merkezine saldırdılar. Bu süreç, hemen hemen bütün olaylarda aynıydı. Bir azınlık, kendi hedefleriyle bir hareket başlatır; kısa süre sonra hareket, aynı işletmedeki işçilerin diğer bölümlerine yayılır; insanlar örgütlenmeye gider (montaj bölümlerinde, atölyelerde işçi komiteleri, grev gözcüleri); sendikalar, işletme yönetimiyle görüşmeler yapmada tek yetkili organ olmayı becerirler; kimsenin formüle edemediği koşullarda, sendikalar, hoşlanılmayan, fakat kabul edilen birleştirici sloganlar ortaya attıktan sonra işçileri işe dönmeye ikna ederler. Grevin bu aşamasının ötesine giden tek hareket, şu anda devam etmekte olan, Polonya'daki Aralık 1970- Ocak 1971 grev ve isyanlarıdır.

Polonya'da vahşi bir şekilde meydana gelen şey, endüstriyel dünyanın geri kalanında ancak bir eğilim olarak mevcuttur. Polonya'da iktidarın sosyal krizi kontrol altında tutabileceği "karşı koyma" mekanizmaları yoktur. Yönetici sınıf, değer düzeni sürecini normal koşullarda sürdürmek için işçi sınıfına doğrudan saldırmak zorundadır. Polonya olayları, değer krizinin bütün endüstriyel bölgelere yayılma eğiliminde olduğunu ve işçi sınıfının da böyle bir krizin merkezinde yer aldığını göstermiştir.

Bu hareketin ortaya çıkması, emek gücünün ortalama satış bedelinin savunulmasını gerektirdi. Fakat hareket kısa sürede kendini başka bir alanda buldu: doğrudan kapitalist toplumun kendisiyle yüzyüze gelmek zorunda kaldı. İşçiler derhal, baskı organlarına saldırmak zorunda kaldılar. Parti ve sendika görevlilerine saldırıldı ve parti binası basıldı. Bazı şehirlerde tren istasyonları, askeri birliklerin gelmesi ihtimaline karşı koruma altına alındı. Hareket, kendi içinden bir görüşme organı yaratacak kadar güçlüydü: bir şehir işçi komitesi. Gierek'in şahsen tersaneye gitmek zorunda kalması, işçi sınıfının tam bir zaferi olarak ele alınmalıdır. Bir yıl önce, Fidel Castro, Şili'ye şahsen gitmek ve kalay madeni işçilerinden ("sosyalist") hükümetle işbirliği yapmalarını istemek zorunda kalmıştı. Polonya'da işçiler, taleplerini sunmak üzere merkezî hükümete temsilciler yollamadılar: görüşme yapmak için hükümet onların ayağına gelmek zorunda kaldı... işçilerin kaçınılmaz teslim oluşu.

Devletin şiddetiyle yüzyüze gelen işçi sınıfı, kendi şiddet organlarını oluşturdu. Hiçbir lider ayaklanmanın örgütleneceğini beklemiyordu: yıkıma girişen ayaklanmanın örgütlenişi, toplumun doğasının ürünüydü. Yine de, liderler (şehir işçi komitesi), ancak, hareket, durumun elverdiği en yüksek noktaya ulaştıktan sonra ortaya çıktılar. Bu görüşme organı, her iki tarafın da yalnızca tek bir çözüm kaldığını farketmelerinin ifadesinden başka bir şey değildi. Böyle bir görüşme organının özelliği, bu organda iktidar heyetinin bulunmamasıdır. O, daha çok, şu durumda pazarlık yapmanın ötesine gidemeyecek olan bir hareketin ulaşabileceği sınırı temsil etmektedir. Bir kere daha sermaye, reformları ileri sürdü, oysa işçi sınıfı, kendini pratikte red yoluyla ifade etmişti: işçi sınıfı, kendi pratik eylemi, iktidarın temelini yıkacak kadar güçlü olmadıkça, merkezi iktidarın önerilerini kabul etmek zorundaydı.

İşçi mücadeleleri, kendi diktatörlüğünü doğrudan sermayenin diktatörlüğüne karşı çıkartmak, onu, sermayeninkinden farklı bir temelde örgütlemek ve böylece, toplumun eylem yoluyla dönüştürülmesi sorusunu ortaya atmak durumundadır. Var olan koşullar genel bir saldırıya elverişli olmadığında ya da bu saldırı başarısız olduğunda, diktatörlüğün örgütlenmeleri dağılır, sermaye yeniden zafer kazanır, kendi mantığına göre işçi sınıfını yeniden örgütler, şiddeti orijinal hedeflerinden uzaklaştırır ve mücadelenin biçimsel yanlarını, onun gerçek içeriğinden ayırır. "Diktatörlük"le "demokrasi" arasındaki eski karşıtlığı ortadan kaldırmalıyız. Proletaryaya göre, demokrasi, kendini burjuva tarzda, bir parlamento biçiminde örgütlemek anlamına gelmez; onun için "demokrasi", bir şiddet eylemi aracılığıyla, onu kapitalizm içinde bir sınıf olarak kalmaya mahkûm eden ve kendini ifade etmesini önleyen bütün sosyal güçleri yıkmaktır. "Demokrasi", bir diktatörlükten başka bir şey değildir. Bu, her grevde görülebilir: grevin yıkıcı biçimi, "demokrasi"nin ta kendisidir. Hareket, karar organları ve eylem organları diye bölündüğü an, artık saldırı aşaması sona ermiş demektir. Hareket, sermayenin zeminine kaymıştır. Sendika "bürokrasisine" karşı işçi "demokrasisi", yüzeydeki görüntülere saldırmak ve tamamen farklı temelde cereyan işçi mücadelelerinin gerçek içeriğini gizlemek anlamına gelir. Demokrasi, artık sermayenin sloganıdır: o, insanın kendini reddetmesi olarak öz-yönetimi ileri sürer. Herkes, genel bir tartışmanın ardından, ne yapılacağına karar verecek bir oylamayla (resmi ya da gayri resmi) toplumun değişebileceği ilüzyonunu yayan bir programı kabul eder. Karar ve eylem arasındaki ayrılığı koruyarak, sermaye, sınıfların varlığını korumaya çalışır. Kim ki, böyle bir ayrılığı, köklerine inmeden, yalnızca biçimsel bir bakış açısından eleştirir, o, bu bölünmeyi ebedileştirmiş olur. Bir devrimin, inip kalkan ellerle başladığını hayal etmek bile zordur. Devrim, bir şiddet eylemi, sosyal ilişkilerin dönüşmesiyle ilerleyen bir süreçtir.3

1968'den beri cereyan eden grevlerin izahına girişmeyeceğiz. Bu konuda ayrıntılı bilgi sahibi değiliz ve konuya ilişkin çok sayıda kitap ve broşür yazılmış bulunuyor. Biz, yalnızca, bu grevlerin ortak paydalarının ne olduğunu ve bunların komünist beklentilerin gittikçe daha somut bir şekilde ortaya çıktığı bir dönemin işareti olduklarını göstermek istiyoruz.

Biz, endüstriyel toplumu, "gelişmiş" ve "geri" sektörler diye farklı sektörlere bölmeyiz. Bazı farklılıkların gözlendiği bir gerçektir, fakat bu farklılıklar, her birinde "öncü" ve "artçı" mücadeleler arasındaki gerçek farklılıkların görülemediği bu grevlerin doğasını artık bizden gizleyemez. Bu grevler gittikçe daha az oranda yerel etkenler ve gittikçe daha fazla oranda kapitalizmin uluslararası koşulları tarafından belirlenmişlerdir. Bu anlamda, Polonya grev ve isyanları, uluslararası koşulların ürünüdür; doğu ile batı arasındaki ilişkiler, insanların milli marşı değil, enternasyonali söyledikleri bu olayların kökünü oluşturur. Batı ve doğu sermayesi, kendi işçilerinin sömürüsünü sürdürmekte ortak çıkarlara sahiptirler. Ve görece az gelişmiş "sosyalist" kapitalizmler, daha modern batılı komşularıyla rekabet edebilmek için sıkı bir kapitalist verimliliği sağlamak zorundadırlar.

Komünist mücadele, verili bir yerde başlar, fakat onun varlığı tamamen yerel etkenlere bağlı değildir. O, doğduğu yerin sınırlarına göre hareket etmez. Yerel etkenler, hareketin hedefleri açısından ikincil kalırlar. Bir mücadele kendini yerel koşullarla sınırladığı an, kapitalizm tarafından derhal yutulur. İşçi mücadelelerinin ulaştığı düzey, yerel etkenler tarafından değil, fakat kapitalizmin global koşulları tarafından belirlenir. Sınıf, kendini toplumun yükselen devrimci çıkarlarına yoğunlaştırdığı an, derhal, herhangi bir aracı olmaksızın, devrimci faaliyetin hedef ve içeriğine uygun koşulları bulur: düşmanlarını ezer ve mücadelenin ihtiyaçlarının dayattığı kararları alır; eyleminin sonuçları onu daha ileri gitmeye zorlar.

Burada bütün grevlerden söz etmiyoruz. İşçi sınıfının devrimci olmadığı zaman sermayenin bir parçası, kapitalizmin bir sınıfından ibaret olduğu bir kapitalist toplum söz konusudur. Parti ve sendika aygıtları, kapitalist hedefler uğruna, işçi sınıfının önemli bölümlerine hâlâ liderlik edebilmekte ve kontrol edebilmektedirler (Fransa'da 60 yaşında emekli olma hakkı gibi). Grev oylamaları ve çok sayıda grev, sendikalar tarafından sınırlı hedeflerle örgütlenmektedir. Gerçi, en büyük grevlerin insiyatifinin sendikalardan gelmediği açıktır ve bizim burada sözünü edeceğimiz, bu grevlerdir. Endüstriyel toplum, ne farklı sektörlere bölünmüştür, ne de işçi sınıfı, genç ve yaşlı, yerli ve yabancı ya da göçmen, kalifiye ya da kalifiye olmayan diye bölünmüştür. Biz her türlü sosyolojik açıklamaya karşı değiliz; bu gerekli olabilir, ama bizim buradaki hedefimiz bu değildir.

Proletaryanın kapitalist toplumdan nasıl koptuğunu incelemeye çalışalım. Kesinlikle böyle bir yöntem, merkezî bakış açısını oluşturacak. Biz, işçi sınıfını, statik bir bakış açısından değil, onun değere karşı olmasına dayanarak tahlil ettiğimizden, işçi sınıfının sosyolojik tahlilini kabul etmiyoruz. Sermayeden kopuş, değişim değerini, yani emeğin bir emtia olarak varlığını ortadan kaldırır. Bu hareketin merkezi ve bu yüzden de liderliği, değer üreten toplumun parçası olmak zorundadır. Aksi taktirde, bu, değişim değerinin artık var olmadığı ve bizim şimdiden kapitalist aşamanın ötesine geçtiğimiz anlamına gelecektir. Aslında, hareketin özünün derindeki anlamı, periferideki, üretim değerinin dış çeperindeki mücadelelerle kısmen gizlenir. Başka yerde cereyan eden gerçek mücadelenin, öğrencilerin mücadelesiyle maskelendiği Mayıs 1968'deki durum tam da budur.

Aslında dış çeperdeki mücadeleler (yeni orta sınıflar), görünüşte bizden hâlâ gizlenen daha gerin bir krizin yalnızca işaretidir. Değer krizinin canlanması, sermaye için, rasyonalize edilme ihtiyacının ifadesidir ve bu yüzden, kendilerini en az koruyabilen geri sektörlere saldırıyla ortaya çıkar; bu, işsizliği arttırır ve çok sayıda kaybedecek bir şeyi olmayan insanın ortaya çıkmasına yol açar. Fakat onların işe karışması, değişim değerini ortadan kaldıracak olan üretici işçilerin oynayacağı tayin edici rolün unutulmasına yol açmamalıdır.

C) Grevlerin, En Can Alıcı İki Özelliği
Bir yandan, grevin insiyatifi, öz-örgütlenmeye sahip işçilerden gelirken, diğer yandan da, sendikalarda örgütlenen işçi fraksiyonu grevi sona erdirme insiyatifi gösterir. Bu insiyatifler, birbirlerine karşıt iki hareketi ifade ettiklerinden çatışma halindedirler. Bir greve, sona erdirilmesinden daha yabancı bir şey yoktur. Bir grevin sona erdirilmesi, gerçeklik fikrinin ilüzyonlar tarafından yenilgiye uğratıldığı sonu gelmez görüşmelerin başladığı andır; sendika görevlilerinin konuşma tekelini ellerini geçirdikleri çok sayıda toplantı yapılır; genel oturumlar gittikçe daha az, daha az insanı çeker ve sonunda işe başlama yönünde oy kullanılır. Grevin sona ermesi, işçi sınıfının yeniden sermayenin kontrolüne girdiği, yeniden atomlaştırıldığı, bireyler haline getirildiği, sermayeye karşı direnebilen bir sınıf olmaktan çıktığı andır. Bir grevin sona ermesi, pazarlıklara girişilmesi, hareketin kontrol edilmesi ya da onun, yerini, "sorumlu" örgütlere, sendikalara bırakması anlamına gelir. Bir grevin başlaması ise tam tersi anlama: ayrıca işçi sınıfının eyleminin, biçimcilikle âlâkası yoktur. Hareketi desteklemeyen, isterse yönetici, ustabaşı, menajer, bölüm temsilcisi ya da sendika görevlisi, kim olursa olsun, bir kenara itilir. Menajerler hapsedilir, sendika binaları, yerel koşullara bağlı olarak binlerce işçinin saldırısına uğrar. Limbourg'daki (Belçika, 1970 kışı) grev sırasında, sendika merkezleri, işçilerin saldırısına uğradı. Harekete engel olan herşey yıkıldı. Burada "demokrasi"ye yer yoktu: tersine, herşey son derece açıktı ve tartışmayla zaman kaybedilmeden bütün düşmanlar altedilmeliydi. Bu saldırı anında büyük miktarda bir enerji ortaya çıktı ve onu hiçbir şey durdurabilecek gibi görünmüyor.

Bu aşamada, aşikâr bir olguyu dikkate almamazlık edemeyiz: grevin başlangıcındaki enerji, görüşmelere girişilmesiyle bütünüyle ortadan kalkmış gibidir. Daha da önemlisi, bu enerjinin, grev için ileri sürülen resmi nedenlerle ilgisi yok gibidir. Eğer bir kaç düzine adam bir grevde binlerce işçiyi, kendi talepleri temelinde bir araya getirebilmişlerse, onlar yalnızca bir çeşit dayanışma nedeniyle başarılı olmamışlar, fakat topluluğu acilen pratiğe soktukları için başarılı olmuşlardır. Şu en önemli noktayı da belirtmeliyiz ki, bu hareket, herhangi bir özel talep ileri sürmemiştir. Proletaryanın pratikte soracağı soru, onun şu andaki sessizliğidir. Proletarya, kendi hareketlerinde, herhangi bir özel talep ileri sürmez: bu, bu hareketlerin, neden zamanımızın ilk komünist faaliyetleri olduğunu açıklar.

Kapitalizmden kopma sürecinde önemli olan, işçi sınıfının artık kısmi ve özel reformlar yolunda talepler ileri sürmemesidir. Böylece işçi sınıfının bir sınıf olma durumu sona erer, çünkü o, artık özel sınıf çıkarlarını savunmamaktadır. Bu süreç, koşullara bağlı olarak farklılıklar gösterir. Hareketin en ileri noktaya vardığı Polonya göstermiştir ki, bu sürecin ilk adımı, işçi sınıfı içindeki kapitalist baskı organlarının (başta sendikalar) dağıtılmasıdır; bundan sonraki adım, işçi sınıfının, sınıfın dışındaki baskı organlarına karşı (silahlı kuvvetler, polis, milis) kendini korumak üzere örgütlenmesi ve onları yıkmaya girişmesidir.

Sendikaların Devlet aygıtının parçası olduğu Polonya'daki özel koşullar, işçi sınıfını, aralarında bir fark olmadığından, sendikalarla devlet arasında bir fark gözetmemeye zorlamıştır. Sendikalarla devlet arasındaki birleşme, Fransa ve İtalya gibi ülkelerde, net bir şekilde gözükmeyen belli bir evrimi gerektirmiştir. Bir çok durumda, sendikalar, işçilerle devlet arasında hâlâ bir tampon rolü oynamaktadırlar. Fakat, radikal mücadele, gittikçe artan bir şiddette sendikalara ve işçi sınıfının sendikalarca domine edilen kesimlerine saldıracaktır. İşçilerin, kendi çalışma koşullarını ve haklarını savunmak için sendikalar kurdukları dönem çoktan geçmiştir.

Modern toplumun koşulları, işçi sınıfını, herhangi bir özel talep ileri sürmemeye zorlamaktadır. Sermayenin örgütlediği ve hoşgörüyle karşıladığı tek topluluk, ücretli emek topluluğudur: sermaye başka herşeyi yasaklama eğilimindedir. Sermaye, artık insanların birbirleriyle bütün ilişkilerini domine etmektedir. Şurası gittikçe net bir şekilde görülmektedir ki, özel bir ilişkiyle sınırlı her kısmî mücadele, kendini, insanlar arasındaki bütün ilişkiler sistemine, sermayeye karşı genel bir mücadeleye dönüştürmek zorundadır. Aksi taktirde o, ya sistemle bütünleşecek ya da yıkılacaktır.

1971 sonundaki Paris otobüs ve metro işçileri (R.A.T.P.) grevinde, metro sürücülerinin kararlı tutumu, olayı, belli bir kesim işçinin grevi olmaktan, tamamen farklı bir harekete dönüştürdü. Bu hareketin içeriği, insanların düşüncelerine bağlı değildir. Sürücülerin tavrı, onların R.A.T.P. yönetimiyle ve sendikalarla ilişkilerini dönüştürdü ve bu çatışmanın gerçek doğasını net bir şekilde açığa vurdu. Devlet, sendikaların baskısı altında, sürücüleri geri döndürmek için bizzat müdahale etmek zorunda kaldı. Sürücüler, buna inansınlar ya da inanmasınlar, grev artık onların değildi; grev, sendikaların, resmen işçilere karşı gerekli zorlama organları, normal düzeni teessüs etmekle görevli organlar olarak tanındıkları bir kamusal yargılamaya dönüştü. Öncelikle, kapitalizmin şimdiye kadarki güçlü gelişmesini anlamadıkça, işçi sınıfının "sessizliğinin" önemini anlamak mümkün değildir. Bugün, sendikalar tarafından kontrol altında tutulan grevlerin sona ermesinin kaçınılmaz olduğu normal kabul edilmektedir. Bu, devrimci hareketin herhangi bir zayıflığına delalet etmez. Tersine, başarılı olmanın kısmi taleplere izin vermediği bir durumda, grevi sona erdirecek bir organın olmaması normaldir. Nitekim, bir özel talepler programı üzerinde, sendikaların dışındaki işçi sınıfı fraksiyonlarını bir araya getiren işçi örgütlenmelerinin ortaya çıktığını görmüyoruz. Zaman zaman, mücadele sırasında işçi grupları oluşmaktadır ve onlar sendikalarınkine karşı kendi taleplerini ileri sürmektedir, fakat yakaladıkları fırsatlar, bizzat onların uzun bir süre var olmasına izin vermeyen koşullar tarafından yok edilmektedir.

Eğer bu gruplar varlıklarını sürdürmek istiyorlarsa, fabrikaların sınırlamalarının dışında hareket etmek zorundadırlar, aksi taktirde sermaye tarafından şu ya da bu şekilde yıkılacaklardır. Bu grupların ortadan kalkması, hareketin radikal doğasının göstergelerinden biridir. Eğer onlar örgüt olarak varlıklarını devam ettirirlerse, radikal karakterlerini yitirirler. Bu yüzden sürekli olarak ortadan kalkacak ve daha sonra, daha radikal bir biçimde yeniden doğacaklardır. İşçi gruplarının, bir çok deneyden ve başarısızlıktan sonra, kapitalizmi alaşağı edebilen güçlü bir örgüt biçiminde, sonunda başarılı olacağı fikri, kısmî bir eleştinin giderek radikal bir harekete dönüşeceği burjuva fikrinin bir benzeridir. İşçi sınıfının faaliyeti, deneylerden çıkmaz ve doğasına göre hareket etmek zorunda olan sermayenin genel koşullarından başka bir "hafıza"ya sahip değildir. O, deneylerinden öğrenmez; bir hareketin başarısızlığı bizzat onun sınırlılıklarını göstermek için yeterlidir.

Komünist örgüt, kapitalizmi komünizme dönüştürmek için gerekli pratikten çıkacaktır. Komünist örgüt, komünizme geçiş örgütüdür. Burada, zamanımızla daha önceki dönem arasında temel bir ayrılık yatmaktadır. Rusya'da ve Almanya'da, 1917 ve 1920 yılları arasında cereyan eden mücadelelerde, hedef, pre-komünist toplumu örgütlemekti. Rusya'da, işçi sınıfının radikal kesimleri, işçi sınıfının diğer kesimlerini ve hatta yoksul köylü kesimlerini kazanmaya çalıştı. Radikal unsurların izole olması ve kapitalizmin genel koşulları, bütün sömürülen sınıfları birleştiren bir program olmaksızın, bütün toplumu pratikte dönüştürmeyi tasarlamayı onlar açısından imkansız hale getirdi. Bu radikal unsurlar, sonunda ezildiler.

Zamanımızla geçmiş arasındaki farklılık, üretici güçlerin hemen hemen bütün kıtalarda büyük bir gelişme göstermesinden ve proletaryanın nicelik ve niteliksel olarak gelişmesinden ileri gelir. İşçi sınıfı şimdi çok daha fazla sayıdadır4 ve son derece gelişmiş üretim araçları kullanmaktadır. Bugün komünizmin koşulları, sermayenin kendisi tarafından geliştirilmektedir. Proletaryanın görevi, kapitalistlerin reaksiyoner kesimlerine karşı ilerici kesimlerini artık desteklememektir. Kapitalist iktidarın yıkımı ile komünizmin zaferi arasındaki, devrimci iktidarın komünizmin koşullarını yarattığı geçiş dönemi ihtiyacı da ortadan kalkmıştır. Bu yüzden, işçi sınıfının radikal ve radikal olmayan kesimleri arasında aracılık yapacak bir komünist örgüte de gerek kalmamıştır. Başlıca mücadeleler sırasında komünist programı destekleyen bir örgütün ortaya çıkamaması gerçeği, kapitalizmdeki yeni bir sınıf ilişkisinin ürünüdür.

Örneğin, 1936 Fransa'sında, sermayenin direnişi o kadar güçlüydü ki, işçilerin istediklerini alabilmeleri için bir hükümet değişikliği zorunluydu. Bugün reformlar için gerekli insiyatifi hükümetler göstermektedir. Kapitalist hükümetler, üretimin başarısı açısından gerekli olan, işçilerin kendi örgütlenmeleri için koşullar yaratmaya çalışıyorlar (katılım, öz-yönetim). Çağdaş ekonomi, gittikçe daha fazla planlamayı gerektiriyor. Plan dışında herşey, sosyal uyum için bir tehdittir. Bu planlamanın dışındaki herşey, toplum dışı ve yıkılması gereken bir şey olarak görülüyor. Grevler ya da ayaklanma girişimleri gibi kitlesel mücadelelerin olmadığı dönemlerde belirli işçi faaliyetlerini analiz ederken bunu aklımızda tutmalıyız. Planın sınırları içinde kalmak (üretim anlaşması, toplu sözleşme vb.) istediklerinde, sendikalar, (a) işçi mücadelelerinden yararlanmak ve onları kontrol etmek ve (b) sabotaj, iş durdurma gibi çok sayıda eyleme karşı çıkmak zorundadırlar.

D) Zararı Telafi Edilemez Eylem Biçimleri: Sabotaj ve iş Durdurma
Birleşik Devletlerde yıllarca uygulanan sabotaj, şimdi de İtalya ve Fransa'da gelişiyor. 1971'de, Fransa'daki demiryolu grevi sırasında C.G.T. sabotajı ve "sorumsuz" unsurları resmen kınadı. Bazı makineler bozulmuş ve bazılarına da zarar verilmişti. Daha sonra, 1971 baharındaki Renault grevinde çeşitli sabotaj eylemleri, topluca duran araçlara zarar verdiler. Sabotaj hızla yayıldı. Gelişmemiş bir olgu olarak her zaman var olan iş durdurma, artık yaygın bir pratik haline gelmişti. Bu eylem biçimi, emek pazarına gelen genç işçiler ve otomasyon sayesinde büyük bir artış gösterdi. Buna, bazı firmaları ciddi biçimde endişelendiren işten kaçma oranının yükselişi eşlik etti.

Bunlar, kapitalizmin tarihinde yeni olaylar değildir. Yeni olan, onların cereyan ettikleri koşullardır. Bunlar aslında, derindeki bir sosyal hareketin yüzeydeki göstergeleri, şu andaki toplumdan kopuş sürecinin işaretleridir. Yirminci yüzyılın başlarında sabotaj, patronları, sendikaların varlığını kabul etmeye zorlayan bir baskı aracı olarak kullanılırdı. Fransız devrimci sendikalist Pouget, bunu, Sabotaj adlı bir broşürde incelemiştir. O, 1895'deki bir işçi kongresindeki bir işçinin konuşmasını aktarmaktadır:

"Patronların, bizim yardımlaşma derneğimizi reddetmeye hakları yoktur. Eğer onlar bizim taleplerimizi tartışmayı bile reddederlerse, o zaman biz de, bizi dinleyecekleri zamana kadar "Go Canny" taktiklerini pratiğe koyarız."

Pouget ekliyor: "Burada "Go Canny" taktiklerinin, yani 'sabotaj' taktiklerinin net bir tanımı vardır: KÖTÜ ÜCRETE KÖTÜ ÇALIŞMA."

"İngiliz arkadaşlarımız tarafından kullanılan bu eylem çizgisi, sosyal pozisyonumuz İngiliz kardeşlerimizle benzer olduğundan, Fransa'da da uygulanabilir."

Sabotaj, işçiler tarafından, varlıklarını kabul ettirmek için, patrona karşı kullanıldı. O, konuşma özgürlüğünün bir yolu oldu. Sabotaj, işçi sınıfını, kapitalist toplumda yeri olan bir sınıfa dönüştürmeye çalışan bir hareket olarak uygulandı. "İş durdurma," iş koşullarını iyileştirme girişimiydi. Sabotaj, bir pervasızlık ve toplumun bütünüyle ve doğrudan reddi olarak ortaya çıkmadı. "İş durdurma," kapitalizmin etkilerine karşı bir mücadeleydi. Bu tür mücadelelerin sınırlılıklarını ve sermayenin onları masedebilmesinin koşullarını inceleyen bir diğer araştırma gerekli olacaktır. Bu mücadelelerin sosyal önemi, onlardan "modern reformizm"in temeli olarak söz edilmesini mümkün kılmaktadır. "Reformizm" sözcüğü, teoride, kapitalist sistem tarafından tamamen masedilebilen bu eylemleri kapsayacak şekilde kullanılabilir. Oysa bugün üretimin normal faaliyeti için bir belâ olan bu eylemler, yarın üretim için iyi bir bağlantı olabilecektir. "İdeal" bir kapitalizm, üretim koşullarının öz-yönetimini tolere edebilir: firma, normal bir kâr elde ettiği sürece, işin örgütlenmesi, işçilere bırakılabilir.

Kapitalizm, özellikle İtalya, Birleşik Devletler ve İsveç'te (Volvo)5, şimdiden bazı somut deneylere girişmiş bulunmaktadır. Fransa'daki sol kanat "liberal" örgütler olan P.S.U., C.F.D.T. ve Sosyalist Parti'nin sol kanadı, bu kapitalist eğilimin ifadesi olarak ele alınabilirler. Bir süre için, bu hareket, ne kendine vzgü bir reformizm, ne de anti-kapitalist olarak tanımlanamaz. Şu nokta belirtilmelidir ki, bu "modern reformizm" genellikle sendikalara karşı yönelir. Onun, kapitalist üretim üzerindeki sonuçlarını tanımlamak henüz zordur. Şu ana kadar bütün görebildiğimiz, bu mücadelelerin, sendikaların geleneksel sınırları dışında harekete geçme ihtiyacı duyan işçi gruplarını çektiğidir.

"İş durdurma hareketi", bizim yaptığımız gibi tanımlanabilirse de, sabotaj farklıdır. İki çeşit sabotaj vardır: (a) makine ya da işin ürettiği ürünü tahrip eden sabotaj, (b) ürüne kısmen zarar vererek onu tüketilemeyecek hale getiren sabotaj. Sabotaj, bugün, ne sendikalar tarafından kontrol altına alınabilmektedir, ne de üretim tarafından masedilebilmektedir. Fakat sermaye, sabotajı, denetleme sistemini geliştirerek ve dönüştürerek önleyebilir. Bundan dolayı, sabotaj, sermayeye karşı mücadele biçimi olamaz. Diğer yandan, sabotaj, bireyin refleksidir: birey, ona tutkuyla boyun eğer. Birey, emek gücünü satmak zorunda olsa da, "çılgın"ca işler yapar, yani yaptığı, "rasyonalle" (birisinin emek gücünü satması ve buna göre çalışması) kıyaslandığında irrasyoneldir. Bu "çılgınlık," emek gücünün, bir emtia olmasına rıza göstermeyi reddetmeyi de içerir. Birey, ikiye bölünmüş bir varlık olarak kendinden nefret eder; yalnızca sermaye yoluyla var olan yıkıcılık ve şiddet yoluyla ikiye bölünen varlığını birleştirmeye çalışır.

Bu eylemler bütün ekonomik planlama sınırlarının dışında olduğundan "mantık" sınırlarının da dışındadırlar. Gazeteler, sürekli olarak onları "anti-sosyal" ve "çılgın" olarak tanımlarlar: toplum onu bastırmaya çalışarak tehlikenin öneminin farkında olduğunu gösterir.6 Hıristiyan ideoloji, işçilerin sosyal eşitsizlikten acı çektiklerini kabul etmektedir; bugün, kapitalist ideoloji, ücretli emek adına eşitliği empoze etmekte, fakat ücretli emeğe karşı herhangi bir muhalefeti tolere etmemektedir. Tecrit edilmiş birey, sermayeye tamamen boyun eğdirilmesine yol açan pratik sürece fizikî bir direniş göstererek bu boyun eğmenin gittikçe daha dayanılmaz hale geldiğini gösterme ihtiyacı hissetmektedir. Yıkıcı davranışlar, sosyal topluluğun tek biçimi olarak ücretli emeğin aracı olmasını yıkma girişiminin bir parçasıdır. Proletaryanın sessizliğinde, sabotaj, insanca konuşmanın ilk pepelemeleri olarak ortaya çıkar.

"İş durdurma" olsun, sabotaj olsun, her iki faaliyet de, bu faaliyetlerin yer aldığı yerlerde çalışan işçiler arasında önemli bir fikir birliğini gerektirir. Bu da şunu gösterir ki, biçimsel ya da resmi örgütlere rağmen, yeraltında, anti-kapitalist temelde bir ilişkiler ağı mevcuttur. Böyle bir ilişkiler ağı, faaliyetin önemine göre şu ya da bu ölçüde dayanıklıdır ve anti-kapitalist eylemin sona ermesiyle birlikte ortadan kalkar. "Yıkıcı" pratik (ve bu yüzden de teorik) eylemin dışında, bu yıkıcı görevler çevresinde toplanmış grupların dağılması normaldir. İkincil olarak anti- kapitalist, fakat birincil olarak aldatıcı olan bir faaliyetin sonucunda, genellikle bir "sosyal topluluk" ilüzyonu geliştirme ihtiyacı duyulur. Bir çok durumda bu gruplar, bir politik eksen etrafında toplanılarak sona erdirilirler. Fransa'da, "Lutte Ouvriére," C.F.D.T.'nin çok sayıda sendika şubesi ya da Maoist gruplar gibi örgütler çevresinde toplanan işçi çekirdekleri vardır. Bu, Troçkist, Maoist ya da C.F.D.T.'ninki gibi fikirlere sahip bazı azınlıkların, işçiler arasında zemin bulduğu anlamına gelmemekle birlikte, bazı işçi azınlıklarının tecrit edilmişliklerini kırmaya çalışmaları gayet normaldir. Her halükârda, anti-kapitalist ilişkiler ağının dağılması ve faaliyetin sona ermesi, işçi sınıfının sermaye tarafından, sermaye adına yeniden örgütlenmesi anlamına gelir.

Kısaca, komünist hareket, onun pratik faaliyetlerinin dışında mevcut değildir. Komünist içerikli bir sosyal düzensizliğin dağılmasına, onu örgütleyen bütün ilişkiler sisteminin dağılması eşlik eder. Demokrasi, mücadelelerin, "ekonomik" ve "politik" mücadeleler diye bölünmesi, sosyalist "bilinçli" bir öncünün biçimlenmesi, geçmiş günlerin ilüzyonlarıdır. Hareket tarafından yaratılan ve hareketin sona ermesiyle birlikte ortadan kalkan örgütsel biçimlenmelerin dağılması, hareketin zayıflığını değil, tersine güçlülüğünü gösterir. Sahte muharebeler devri geçmiştir. Tek gerçek çatışma, kapitalizmin yıkımına yol açan çatışmadır.

E) Komünist Perspektiften Parti ve Sendika Faaliyetleri
1) Emek pazarında, sendikalar, emek gücünün mübadelesinde gittikçe artan oranda tekel haline gelirler. Kendini birleştirdiği zaman sermaye, emek gücünün satılma koşullarını da birleştirir. Üretimin modern koşullarında, emek gücünün bireysel sahibi, yaşamak için yalnızca onu satmaya zorlanmaz, aynı zamanda emek gücünü satan diğerleriyle bir araya gelmek zorundadır. Sosyal barışı sağlamalarının karşılığında, sendikalar, kiralanan emeği kontrol etme hakkını elde ederler. Modern toplumda, işçiler, eğer emek güçlerini satmak istiyorlarsa, giderek artan ölçüde sendikalara katılmaya zorlanırlar.

Bu yüzyılın başında, sendikalar, işçilerin, emtialarının ortalama satış fiatını savunmak için bir araya gelmelerinin ürünü olarak ortaya çıktılar. Bu sendikalar, I. Dünya Savaşında, doğrudan ya da dolaylı, savaşı destekleyerek devrimcilikle bir ilgilerinin olmadığını göstermiş oldular. İşçiler, kapitalist toplum içinde bir sınıf olarak var olmak için savaştıkları sürece, sendikaların devrimci bir işlevi olamaz. Almanya'da, 1919-1920 ihtilalci karışıklıkları sırasında, sendika üyeleri, ekonomik haklarını, kapitalizme karşı mücadelenin içeriğine uygun bir şekilde savunan örgütlenmelere gittiler.7 Bir devrimci dönem olmadıkça, işçi sınıfı, sermayenin, sendikalar tarafından temsil edilen bir fraksiyonundan başka bir şey değildir. Sermayenin diğer fraksiyonları (endüstriyel ve mali sermaye), tekeller halinde örgütlenirken, değişken sermaye olarak işçi sınıfı da, temsilcisi olan sendikaları bir tekel olarak örgütler.

2) Sendikalar, 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başında, emek gücünü savunan örgütler olarak gelişme gösterdiler. Bu, özellikle, Birleşik Devletler'deki L.A.F.'ın yükselişinde net bir şekilde görülebilir. II. Dünya Savaşına kadar (ya da Birleşik Devletler'de, 1930'larda C.I.O.'nun doğuşuna kadar) sendikalar, işçi sınıfının görece ayrıcalıklı kesimlerinin desteğiyle büyüdüler. Bu, onların, en çok sömürülen tabaka üzerinde bir etkileri olmadığı anlamına gelmemekle birlikte, bu etki yalnızca, kalifiye tabakanın çıkarlarıyla uyum içindeyse mümkündü. Modern ve otomat endüstrinin gelişmesiyle, teknisyenler, üst düzeyde kalifiye işçilerin yerini almaya başladılar. Bu teknisyenler, aynı zamanda kalifiye olmayan işçi kitlelerini kontrol altında tutma ve onları gözleme fonksiyonunu da yerine getiriyorlardı. Bu yüzden sendikalar, kalifiye özellikleri ortadan kalkan önemli işçi kesimlerini kaybederken, bu yeni teknisyenler tabakasını üye kaydetmeye giriştiler.

3) Sendikalar, sermaye haline gelen iş gücünü temsil ederler. Bu onları, sermayeyi değerlendirebilen kurumlar olarak ortaya çıkmaya zorlar. Bu sendikalar, "onların" iş gücünü kontrol altında tutmak istiyorlarsa, kendi gelişme programlarını endüstriyel ve mali sermayeninkilerle birleştirmek zorundadır. Değişken sermayenin, iş gücü biçimindeki sermayenin temsilcileri, şu anda iktidarda olan sermaye fraksiyonlarının temsilcileriyle eninde sonunda birleşmek zorundadırlar. Liberal burjuvaziden, teknokratlardan, sol politik gruplardan ve sendikalardan oluşan hükümet koalisyonu, kapitalizmin evriminin bir gereği olarak ortaya çıkar. Sermayenin kendisi, değişken sermayeyi değerlendirebilen ekonomik önlemleri ileri sürme becerisine sahip güçlü sendikalara ihtiyaç duyar. Sendikalar, işçi sınıfının programına ihanet etme anlamında "hain" değillerdir: onlar kendileriyle tutarlılık içindedirler ve kendi kapitalist doğasını reddetmediği sürece işçi sınıfıyla aralarında bir uyumsuzluk söz konusu değildir.

4) İşçi sınıfı ile sendikalar arasındaki ilişkide anlamamız gereken budur. Kapitalist toplumdan kopuş süreci başladığı zaman, sendikaların ipliği pazara çıkar; fakat bu süreç sona erer ermez, işçi sınıfı, sermaye, yani sendikalar tarafından yeniden örgütlenmekten kurtulamaz. İşçi sınıfında "sendikalist" ilüzyonlar olmadığı söylenebilir. Olan sadece, işçi sınıfının kapitalist, yani "sendikalist" örgütlenmesidir.

5) İtalya'da, sendikalarla patronlar arasındaki ilişkilerin bugün geldiği nokta, söylenenleri açıklamaktadır. İtalyan sendikalarının evrimi yakından gözlenmelidir. Fransa ve İtalya gibi (Birleşik Devletlerle kıyaslandığında) görece geri bölgelerin (ekonomik bakış açısından) ekonomik modernizasyonunun etkilerinin, sermayenin en modern eğilimlerine eşlik etmesi normaldir. İtalya'da olanlar, başka ülkelerdeki gelişmelerin bir çok bakımdan işaretidir.

İtalya'daki durum, Fransa'dakini anlamakta bize yardımcı olur. Fransa'da, C.G.T. ve F.K.P., işçi mücadelelerine karşı reaksiyoner bir direnişe geçtiler, oysa İtalya'da, C.G.I.L. ve İ.K.P. kendilerini yeni durumda yeniden şekillendirebildiler. Bu, Fransız "Mayıs"ı ile, İtalyan "Mayıs"ı arasındaki farklılığın nedenlerinden biridir. Mayıs 1968 aniden meydana geldi ve kolayca anlaşılamadı. İtalya'da durum daha yavaş ilerledi ve eğilimlerini sonunda açığa vurdu.

İlk aşama, 1968'den 1971 kışına kadar devam etti. Belirleyici öğe, sendikaların ve politik örgütlerin etkisinden bağımsız işçi mücadelelerinin doğuşuydu. Fransa'daki gibi işçi eylem komiteleri kuruldu, yalnızca önemli bir farkla: Fransa'dakilerin, sendikaların gücüyle hızla fabrikaların dışına sürülmeleri, onları pratikte, fabrika sınırları hakkında ilüzyona kapılmamaya zorladı. Genel durumun onlara daha ileri gitmek için izin vermediği noktada ise ortadan kalktılar. Öte yandan, İtalya'da, işçi komiteleri, başlangıçta kendilerini fabrika içinde örgütleyebildiler. Ne patronlar, ne de sendikalar onlara karşı çıkamadılar. Bir çok komite, fabrikaların içinde birbirinden kopuk bir şekilde kuruldu ve hepsi bant sistemini sorgulamaya ve sabotaj örgütlemeye başladı.

Bu, aslında ücretli emeğin eleştirisinden bir uzaklaşmaydı. Aşırı sol grupların (goşistler) faaliyetlerinin İtalyan hareketindeki önemi özellikle kaydedilmelidir. Onların bütün faaliyeti, hareketi, gerçek içeriğini göstermeksizin biçimsel görünüşleriyle sınırlamaktan ibaretti. Onlar, işçi örgütlerinin "otonomisi"nin, onların desteklenmesi ve geliştirilmesi için yeterli devrimci özellik olduğu ilüzyonuna yol açtılar. Ne kadar biçimsel şey varsa göklere çıkardılar. Fakat komünist olmadıkları için, bant sistemine karşı mücadelenin arkasındaki fikri ve ücretli emeğe karşı mücadeleye yol açan işçi koşullarını açıklamaları mümkün değildi.

İşçi mücadelesi doğrudan bir direnişle karşılaşmadı. Aslında bu durum, onu silahsızlandırdı. Bu, kapitalist toplumun koşullarının benimsenmesinden başka hiçbir şeye yol açmadı. Sendikalar, işçi hareketini kontrol altında tutmak için, kendilerince, yapılarını değiştirdiler. C.G.I.L.'nin liderlerinden biri olan As Trentin, "sendikayı baştan aşağı dönüştürmeye ve yeni tipte bir taban demokrasisi başlatmaya" karar verdiklerini söyledi. Son zamanlardaki mücadelelerde ortaya çıkan "otonom" komiteleri örnek alarak fabrika örgütlenmelerini yeniden biçimlendirdiler. Endüstriyel çekişmeleri kontrol etme yetenekleri, sendikaları, işçileri işe döndürebilecek tek güç haline getirdi. Fiat gibi bazı büyük şirketlerle görüşmeler cereyan etti. Bu görüşmelerin sonucunda, sendika, iş örgütlenmelerine ( zaman ve hareket, iş önlemleri vb.) müdahale etme hakkını elde etti. Fiat yönetimi artık, Belçika'da uygulanmakta olduğu gibi, sendika aidatlarını işçi ücretlerinden kesmektedir. Aynı zamanda, U.I.L (Sosyalist) C.I.S.L. (Hristiyan-Demokrat) ve C.G.I.L. (İKP) gibi en büyük sendikalar arasında, birleşme yönünde ciddi çabalar söz konusudur.

NOT: İtalyan örneği, sendikaların, sermayenin diğer fraksiyonlarıyla artı-değer üretiminin koşullarını tartışan tekeller olma eğilimini net bir şekilde ortaya koymaktadır. İşte, devletin sahibi olduğu I.R.'nin başkanı Petrilli ve Trentin'den alıntılar:

Trentin: "...İş arttırımı ve ilgili (her fabrikadaki) işçi grupları tarafından özerk karar almanın daha üst bir düzeye çıkarılmasının kabulü şimdiden mümkün hale gelmiştir... Sendikanın başarısızlığı yüzünden işçi protestolarının akıldışı ve geçersiz taleplere yol açtığı zaman bile işçiler, düşünmeden, karar vermeden üretmeyi reddettiklerini ifade ettiler; onlar, iktidara ihtiyaçları olduğunu ifade ettiler."

Petrilli: "Kanımca, şurası son derece açıktır ki, bant sistemi, insan kapasitesinin gerçekten israfına yol açmaktadır ve işçilerin asabiyetini anlamamak için bir neden yoktur. Sosyal gerginliğin, geçici olmaktan çok yapısal olduğunu gayet gerçekçi bir şekilde tespit etmek gerekir... Üretimdeki işçilerin büyük bölümü, şirket içindeki iktidar dengesinin açıklığa kavuşturulmasıyla daha çok, işin örgütlenmesiyle daha az ilgilenilmesinin yol açtığı bir dizi probleme maruz kalmaktadırlar."

Programlar birbirinden farksızdır ve hedefleri aynıdır: üretimi arttırmak. Geriye kalan tek sorun, bir çok endüstriyel ülkedeki politik krizin kaynaklandığı iktidarın paylaşımıdır. Öz-yönetim, "halk" koalisyonları, Sosyalist-Komünist Partiler, sağcı programa sahip sol kanat hükümetleri, solcu programa sahip sağ kanat hükümetleri gibi, ücretli emeğin, çeşitli biçimlerdeki"İşçi iktidarı"nın doğuşuyla, politik krizin sona erişi muhtemelen aynı zamana rastlayacaktır.8

1. Eğer duyurmuş olsaydı, insanlar, 10 Mayıs'tan beri aktif olan ve Sorbonne ya da Censier'den yürüyerek on dakika mesafedeki bir başka üniversite binasında yerleşen, situationist etki altındaki, İşgalleri Sürdürme Konseyi (CMDO) hakkında olduğu gibi onun hakkında da bilgi sahibi olacaklardı. SI (Situationist International), kendi 68 tarihinde, Censier Komitesini, gerçek ilgi odağı olamayacak ölçüde tozlanmış bularak dışlamıştır. CMDO, Fransa'da ve ülke dışında yaygın bir afişleme ve bildiri dağıtma faaliyetine girişti, oysa Censier'in işyerleriyle daha fazla bağı vardı, fakat şurası bir gerçektir ki, her ikisi de, 68'in en radikal unsularını oluştururlar. SI tarafından bir "iktidar değil, bir bağ" olarak tanımlanan CMDO 15 Haziran'da ayrılma kararı vermiştir. (1977 notu, G.D.)

2. Bu yüzden, M.I.T. "sıfır büyüme" üzerine tartışmalar yapıyor ve raporlar hazırlıyor.

3. Burada, 1986 yılında, Paris-Nord'da meydana gelen tren sürücüleri grevinden bir örnek verelim. Bir toplantıda, oylamayla trenlerin işlemesini önlemek için rayların bloke edilmemesi kararlaştırılmıştı. Fakat grevciler istasyondan çıkan ilk trenin, polis koruması altındaki orta düzey menajerler tarafından sürüldüğünü görünce, treni durdurmak için raylara atladılar, kendiliğinden eylem yoluyla, saatlerce süren demokratik tartışmayı geçersiz hale getirdiler.
Komünizm, elbette, sonunda eylemleri kendi eline alacak olan geniş çoğunluğun hareketidir. Bu bağlamda, komünizm "demokratik"tir, fakat o, ilke olarak demokrasiyi desteklemez. Politikacılar, patronlar ve bürokratlar, işlerine geldiği zaman, bir azınlıktan ya da çoğunluktan yararlanırlar: proletarya da aynı şeyi yapar. İşçi mücadelesi, genellikle bir avuç insandan ortaya çıkar. Komünizm, ne çoğunluğun, ne de azınlığın yönetimidir. Tartışmak ve/veya eylemi başlatmak için kesinlikle bir yerlerde toplanmak zorundadırlar ve böyle bir ortak zemin bir sovyette, komitede, konseyde vb. bulunabilir. Gerçi, karar verme mekanizmasının eylemler üzerinde baskın çıktığı an, bu bir kuruma dönüşür. Bu bölünme, parlamentarizmin özüdür.
Aslında, insanlar kendileri için karar vermelidirler. Fakat her karar, devrimci olsun olmasın, biçimsel karar yapısına bağlı olmaksızın daha önce olanlara ve şu anda ne olduğuna bağlıdır. Toplantıyı kim örgütlerse gündemi o belirler; soruları kim sorarsa cevapları da o belirler; kim oylamaya çağırırsa kararı da o belirler. Devrim, farklı biçimde bir örgütlenme ortaya atmaz, fakat sermaye ve reformizmden farklı bir çözüm sunar. İlke olarak, demokrasi ve diktatörlük aynı şekilde yanlıştır: onlar, özel ve görünüşte farklı bir anı, bütünden koparırlar.
Demokrasi talebi, 1968 Fransa'sında zirvedeydi. Tezgahtarlardan itfaiyecilere ve okul çocuklarına kadar her grup bir araya gelmek ve bunun toptan bir çözüme yol açacağını umarak kendi dünyasını serbestçe yönetmek istiyordu. Situationistler bile, konseyci, yani anti-devletçi bir tutum alıp emtianın ve kârın ötesine gitseler de, araçlarla hedefleri birbirinden ayırmaya devam ederek demokrasi alanı içinde kaldılar. SI, Mayıs 68'in en yeterli ifadesidir. (1997 notu, G.D.)

4. 1972'de yazılmış bu metnin üzerinden 25 yıl geçmiş olmasına rağmen, biz onun hâlâ gerçeği ifade ettiğini düşünüyoruz. Gittikçe büyüyen işsizlik, ücretli işçilerin sayısının artmasıyla elele gitmektedir. Bu, yalnız Birleşik Devletlerde değil, Fransa'da, hatta dahası, Çin'de olduğu gibi, son on yılda insanların modern emeğin cenderesine girmeye zorlandığı dünya çapında da böyledir.
"Çalışma"nın son derece farklı anlamları olduğunu söylemek gereksizdir. Bir Afrikalı ücretli emekçi 20 kişiyi geçindirmek için para kazanır, oysa Batı Avrupa'da bu sayı, 2 ya da 3'e düşer. (1997 notu, G.D.)

5. Bu pasaj Taylor sisteminin dönüştürülmesine atıfta bulunmaktadır. Bant sistemi, bazı fabrikalardan kısmen kaldırılmıştır.

6. KP lideri, 1970'de resmen şu açıklamayı yapıyordu: "ürettikleri makine ya da arabaları kırıp döken işçileri asla savunmayacağız." (1997 notu, G.D.)

7. İşçi Temsilcileri Hareketi, Fransız Devrimci Sendikalist Komiteleri ve Alman İşçiler Birliği (AAUD) gibi.

8. SI gibi, aşağı yukarı aynı zamanda bu metin de, İtalya'dan, kapitalist karşı-saldırı ve proletarya eyleminin laboratuvarı olarak söz etmektedir. Bundan sonraki yıllarda, İtalya, işçi otonomisinin zengin çeşitliliğini sergiledi: disiplinsizlik, işten kaçma, bildirim yapmadan tezgah başında toplantı yapma, bina içinde gösteri yaparak greve çağrıda bulunma, yasadışı greve gitme, malların çıkışını engelleme... Sürekli bir özellik olarak hiyararşinin reddi: eşit ücret talebi, ayrıcalıklı kategorilerin reddi, konuşma özgürlüğü... Bir diğer özellik, taban komitelerinin çalışmalarında temsil ve eylem (parlamento/Hükümet: bkz. 3 nolu dipnot) arasındaki sınırlamaların ötesine geçme girişimidir. Böylesi öz-örgütlenmeler, kolektif bir eylemin aracı olarak gereklidir, fakat o, bir sosyal değişikliği gerçekleştiremeyen bir organ olarak başarısız olduğu zaman, proletarya dalgasının geri kalanıyla birlikte ortadan yok olur.
Kuzey İtalya'da bulunan büyük fabrikalardaki komitelerin son derece gevşek bağlara sahip olmaları tesadüf değildir: patrona karşı direnmek yerel bir sorun olarak ele alınabilir, oysa üretimin ve sosyal yaşamın yeniden örgütlenmesi, işyerinin- fabrikanın ve kendine ait değer biriktiren şirketin dışına çıkmayı gerektirir.

III. LENİNİZM VE AŞIRI SOL

Giriş
Alman Solunun paha biçilmez değeri ve aşırı sol grupçukların çokluğu, işçi kendiliğindenliğinin önceliğini vurgular. Komünizmin potansiyeli, proletarya deneyiminde yatar, başka bir yerde değil. Aşırı sol, bu yüzden, çeşitli hatalarına rağmen, daima proletaryanın özünü çekmiştir. O, 20'lerden 70'lere kadar, küçük grupçuklar ve anarşist sendikalar da dahil, devlet, parti ya da sendika gibi her türlü aracıya karşı çıkmıştır. Eğer Lenin, tek bir sözcükle özetlenebilirse, bu sözcük "parti"dir, aşırı solu tanımlayacak tek deyim ise şudur: işçilerin bizzat kendisi... Tamam da, yine de ortada bir soru kalıyor: bu "bizzat"la hangi işçiler kastediliyor?

Bu makale, herşeyden önce, Situationist International aracılığıyla son derece etkili olan konsey komünizmini ele almak durumundadır.

Bu metnin Fransızca versiyonu, aşırı sol kökenli olan, fakat bu kökleri sorgulayan bir gruptan kaynaklanmıştır. İlk taslak, 1969 Haziran'ında, Paris yakınlarında toplanan ve ICO (Informations Correspondance Ouvriéres) tarafından örgütlenen bir kongreye sunulmuştur.1 Bu genişletilmiş İngilizce versiyon, Paul Mattick'le bir tartışma başlatmak niyetiyle yazılmıştır.

* * *

Nedir aşırı sol? O, birinci dünya savaşını takip eden yıllardaki, 1917'den 1921'e ya da 1923'e kadar Avrupa kapitalizmini yıkmasa da, sarsan devrimci hareketin hem bir ürünü, hem de bir veçhesidir. Aşırı sol fikirler, Avrupa'daki yüzbinlerce devrimci işçinin ifadesi olan yirmilerdeki harekette kök salmıştır. Bu hareket, Komünist enternasyonalde bir azınlık olarak kalmış ve uluslararası komünist hareketin genel çizgisine muhalefet etmiştir. Bu dönem, aşırı solun karakterini ortaya koyar. Komünist harekette sağ (sosyal-yurtsever, Noske...), merkez (Kautsky...), sol (Lenin ve Komünist Enternasyonal) ve aşırı sol bulunmaktaydı. Aşırı sol öncelikle bir muhalefetti: Alman Komünist Partisi (K.P.D.) içinde ve ona karşı, Komünist Enternasyonal içinde ve ona karşı bir muhalefet. O kendini, komünist hareketin hakim fikirlerinin, yani Leninizmin eleştirisi yoluyla ortaya koymuştur.

Aşırı sol, monolitik bir hareket hareket olmaktan uzaktı. Ayrıca, onun çeşitli unsurları, fikirlerini yumuşatmışlardır. Örneğin, Gorter'in Lenin'e açık mektubu, aşırı solun hiçbir zaman kabul etmediği bir parti teorisinden söz etmektedir. Biz burada, aşırı solun gelişmesine yol açan fikirleri incelerken yalnızca iki ana nokta üzerinde ("örgütlenme" ve sosyalizmin içeriği) duracağız. Fransız grubu I.C.O., günümüzün aşırı sol gruplarına, en iyi örneklerden birini oluşturmaktadır.

A) Örgütlenme Sorunu
Aşırı sol fikirler, bir pratik deneyimin (esas olarak Almanya'daki işçi mücadelelerinin) ve teorik eleştirinin (Leninizmin eleştirisi) ürünüdür. Lenin'e göre başlıca devrimci sorun, işçilerin zaferine önderlik edecek bir "liderliğin" yaratılmasıdır. Aşırı solcular, Almanya'da yükselen fabrika örgütlenmelerine bir teorik açıklama getirmeye çalıştıklarında, işçi sınıfının, devrimci olmak için bir partiye ihtiyacı olmadığını söylediler. Devrim, işçi konseylerinde örgütlenen kitleler tarafından yapılacaktı, yoksa profesyonel devrimciler tarafından "liderlik edilen" proletarya tarafından değil. Gorter'in "Lenin'e yanıt"ında faaliyeti teorik olarak açıklanan Alman Komünist İşçi Partisi (K.A.P.D.) kendini, Lenin'in teorisinde olduğu gibi kitlelere liderlik eden değil, kitleleri aydınlatan bir öncü olarak görmüştür. Bu fikir, fabrika örgütlerinin ve partinin çifte varlığına karşı çıkan bir çok aşırı solcu tarafından reddedilmiştir: devrimciler, kendilerini kitlelerden ayıracak bir yapıda örgütlenmeye çalışmamalıdırlar. Bu tartışma, 1920'lerde K.A.D.P (Alman Komünist İşçi Partisi) tarafından kontrol edilen A.A.U.D.'yi (Alman Genel Emek Sendikası) kınayan A.A.U.D.-E.'nin (Alman İşçileri Genel Sendikası - Birleşik Örgütü) doğmasına yol açtı. Aşırı sol hareketin çoğunluğu, A.A.U.D.-E.'yle aynı fikirleri benimsedi. Fransa'da, I.C.O.'nun şu andaki faaliyeti de aynı ilkeye dayanmaktadır: işçilerin kendileri tarafından yaratılan organlarla bir arada bulunan ve teoriyle politik çizgiyi uyumlu hale getirmeye özen gösteren her türlü devrimci örgüt, sonunda işçilere liderlik yapmaya girişmelidir. Bu yüzden devrimciler, kendilerini, işçiler tarafından "kendiliğinden" yaratılan organların dışında örgütlemezler: onlar yalnızca bilgi akışını sağlar ve diğer devrimcilerle bağlantı kurarlar; onlar asla genel bir teori ya da strateji tarifine girişmezler.

Bu fikri anlamak için Leninizme geri dönmeliyiz. Leninist parti teorisi, o dönemin bütün büyük sosyalist düşünürlerinde bulunabilecek bir ayrıma dayanır: "Emek hareketi" ve "sosyalizm" (devrimci fikirler, doktrin, Bilimsel Sosyalizm, Marxism, vb. - gibi bir çok farklı adlar verilebilir) birbirinden temelden farklı ve ayrı iki şeydir. Bir yanda işçiler ve onların günlük mücadelesi vardır, diğer yanda ise, devrimciler. Lenin, devrimci fikirlerin işçi sınıfına "aşılanması" gerektiğini ileri sürüyordu. İşçi hareketi ve devrimci hareket birbirlerinden kopartılmışlardır: onlar, devrimcilerin işçiler üzerinde liderlik kurması yoluyla birleştirilmelidirler. Bu yüzden devrimciler, örgütlenmeli ve işçi sınıfına "dışardan" gitmelidirler. Lenin'in, devrimcileri işçi hareketinin dışına yerleştiren analizi, şuna dayandırılır gibidir: devrimcilerin yaşadığı dünya, işçilerinkinden tamamen farklıdır. Ancak Lenin bunu bir ilüzyon olarak görmez. Marx'ın analizi ve onun bilimsel sosyalizmi, bir bütün olarak, "burjuva entellektüellerinin" bir yaratımı değil, kapitalizm altında her düzlemdeki sınıf mücadelesinin ürünüdür. "Sosyalizm", proletaryanın mücadelesinin ifadesidir. O, "burjuva entellektüelleri" (ve eğitim almış işçiler: J.Dietzgen) tarafından oluşturulmuştur, çünkü yalnızca burjuvaziden gelen devrimcilerin onu oluşturma olanağı vardı, fakat o yine de sınıf mücadelesinin ürünüdür.

Komünizme doğru ilerlemenin dinamiği olan devrimci hareket, kapitalizmin bir sonucudur. Burada Marx'ın parti konusundaki fikrini inceleyelim. Marx'ın yazılarında parti sözcüğüne devamlı rastlanır. Marx'ın bu konudaki ilkeleri ile, zamanına ilişkin işçi hareketinin bir çok veçhesi hakkında yaptığı tahliller arasında bir ayrım yapmamız gerekmektedir. Bu tahlillerin çoğu yanlıştır (örneğin sendikalizmin geleceği hakkındaki görüşü). Öte yandan, Marx'ın, parti hakkındaki fikirlerini özetlediği bir metin bulamayız, ancak çok sayıda dağınık notlar ve yorumlar bulabiliriz. Yine de, bu metinlerin bütününden çıkan genel bir görüş olduğuna inanıyoruz. Bizzat kapitalist toplum, toplumu komünizme doğru itecek objektif bir hareketin örgütlenmesinden (bu, Kautsky ve Lenin'in, işçilere "sosyalist bilincin" dışardan "verileceği" fikrinin anlamsızlığına delalet eder) başka bir şey olmayan bir komünist parti yaratır. Lenin, proletaryayı reformist olarak görüyordu ve proletaryayı devrimcileştirmek için ("sosyalist bilinç" dışardan götürülmelidir) bir şeyler yapmak gerektiğini söylüyordu. Böylece, Lenin'in sınıf mücadelesini bütünüyle yanlış anladığı ortaya çıkmaktadır. Devrimci olmayan dönemde, proletarya, kapitalist üretim ilişkilerini değiştiremez. Bu yüzden o, daha yüksek ücret talebiyle, kapitalist dağıtım ilişkilerini değiştirmeye çalışır. Elbette, işçiler, daha yüksek ücret talep ettiklerinde, dağıtım ilişkilerini değiştirdiklerini "bilmez"ler. Yine de onlar, "bilinçsizce" kapitalist sisteme karşı harekete geçmeye çalışırlar. Kautsky ve Lenin, devrimci hareketin kapitalizm tarafından yaratıldığı bu süreci görmediler; onlar bu sürecin yalnızca bir yönünü gördüler. Kautsky ve Lenin'in sınıf bilinci teorisi, bir süreci böldü ve onun yalnızca geçici bir anını dikkate aldı; onlara göre "kendisi olarak" proletarya, ancak reformist olabilir, oysa devrimciler işçi hareketinin dışındadırlar. Gerçekte ise, devrimciler ve onların fikir ve teorileri, işçilerin mücadelelerinden doğar.

Devrimci olmayan bir dönemde fabrikalarında tecrit olan devrimci işçilerin yapabilecekleri en iyi şey, kapitalizmin ve onu destekleyen kurumların (sendikalar, "işçi" partileri) gerçek doğalarını teşhir etmektir. Onların bunu yaparken genellikle çok az başarı göstermeleri gayet normaldir. Okuyan ve yazan, bütün sistemi en iyi bir şekilde eleştiren devrimciler (işçi veya değil) de vardır. Onların da bunu yaparken genellikle çok az başarı göstermeleri gayet normaldir. Bu bölünme, kapitalizm tarafından yaratılır: kapitalist toplumun özelliklerinden biri, kafa ve kol emeği arasındaki bölünmedir. Bu bölünme, toplumun her alanında mevcuttur; bu, devrimci hareket içinde de geçerlidir. Sanki toplumumuzun bir ürünü değilmiş gibi, devrimci hareketin "pür" olmasını beklemek idealist bir tutum olacaktır. Kapitalizm altındaki devrimci hareketin, yani komünizmin, kapitalizmin doğum lekelerini taşıması kaçınılmazdır.

Bu bölünmeyi ancak devrimin tam başarısı yıkabilir. O zamana kadar bununla savaşmak zorundayız; bu, hareketimizi olduğu kadar toplumumuzun geri kalanını da karakterize eder. Çok sayıda devrimcinin, okumaya büyük bir eğilim göstermemesi ve teoriyle ilgilenmemesi kaçınılmazdır. Bu bir gerçektir, geçici bir gerçek. Fakat "devrimci işçiler" ve "devrimci teorisyenler", aynı sürecin iki veçhesidir. "Teorisyenlerin", "işçilere" önderlik etmesi gerektiğini söylemek yanlıştır. Fakat, I.C.O.'nun söylediği gibi, teorinin kolektif bir şekilde örgütlenmesi, işçiler üzerinde liderliğe yol açacağı için tehlikeli bulunması da aynı şekilde yanlıştır. I.C.O., Lenin'in tutumunun simetriği bir tutum almaktadır. Devrimci süreç, organik bir süreçtir ve belli bir süre için onun unsurları birbirinden ayrı kalsalar da, ortaya çıkan bütün devrimci durumlar göstermiştir ki, böyle zamanlarda devrimci hareketin çeşitli unsurları kesinlikle birleşirler.

Mayıs 1968'de, Paris'de, Censier merkezindeki işçi-öğrenci eylem komiteleri ne oldu? Bütün devrimci faaliyetlerini öncelikle bu olaylara yönelten bazı (aşırı sol) komünistler, devrimci işçiler azınlığıyla birlikte çalıştılar. Mayıs 1968'den önce (ve o zamana kadar), kapitalist toplumdaki devrimci olmayan bir durumda "normal" olduğu üzere, her işçinin, diğerlerinden ayrılması ölçüsünde onlar da işçilerden ayrıydılar. Marx, Kapital'i yazarken ya da Komünist Lig'de veya Enternasyonal'de çalışırken, işçilerden ayrı değildi. O, bu örgütlerde çalışırken, ne (Lenin gibi) işçilere liderlik etme ihtiyacı duyuyor, ne de (I.C.O. gibi) onlara önderlik etmekten korkuyordu.

Marx'ın, kapitalist toplumun tarihi bir ürünü olarak, toplumun evrimine ve içinde bulunduğu aşamaya göre farklı biçimler alacak olan parti fikri, bize, partiye ihtiyaç duyma ve partiden korkma ikileminin ötesine geçme olanağı vermektedir. Komünist parti, kapitalizm tarafından yaratılan devrimci hareketin kendiliğinden (yani tamamen sosyal evrim tarafından belirlenen) örgütlenmesidir. Parti, modern toplumun toprağında tarihi olarak doğan kendiliğinden bir üründür. Partiyi "yaratmak" isteği de, korkusu da, ilüzyondur. O, yaratılmaya ya da yaratılmamaya ihtiyaç duymaz: o, sadece tarihsel bir üründür. Bu yüzden devrimcilerin onun inşasına ihtiyaçları olmadığı gibi, inşasından da korkmazlar.

Lenin'in bir parti teorisi vardır. Marx'ın parti teorisi, Lenin'inkinden son derece farklıdır. Lenin'in teorisi, Rus devriminin yenilgisinde bir unsurdur. Aşırı sol, bütün parti teorilerini, tehlikeli ve karşı-devrimci bularak reddetmiştir. Yine de, Lenin'in teorisi, Rus devriminin yenilgisinin kökenini oluşturmaz. Lenin'in teorisi Rus devriminin yenilgisinde yalnızca bir etkendi (esas olan Batı'da devrimin gerçekleşmemesiydi). Onlardan yalnızca biri karşı-devrime hizmet etti diye, bütün parti teorileri ıskartaya çıkarılamaz. Ne yazık ki, aşırı sol, yalnızca Lenin'in karşıtı fikri benimsemekle yetinmiştir. Lenin, bir parti inşa etmek istiyordu; aşırı sol onu inşa etmeye karşı çıktı. Böylece aşırı sol, aynı yanlış soruya, farklı bir yanıt verdi: partinin yapılandırılmasına taraftar olmak ya da karşı çıkmak. Aşırı sol, Lenin'le aynı zeminde kaldı. Tersine biz, yalnız Lenin'in görüşünün tersini ileri sürmek istemiyoruz; biz onu tamamen bir kenara bırakmak istiyoruz.

Modern Leninist gruplar (örneğin, Troçkist gruplar) işçileri örgütlemeye çalışıyorlar. Modern aşırı sol gruplar (örneğin, I.C.O.) bir sorun üzerinde kolektif bir tutum benimsemeye çalışmaksızın yalnızca bilgi akışını sağlamaya çalışıyorlar. Buna karşılık biz, bugünkü toplumun teorik bir eleştirisini formüle etmenin gerekli olduğuna inanıyoruz. Böyle bir eleştiri, kolektif bir çalışmayı gerekli kılar. Biz aynı zamanda, bütün sürekli devrimci işçi gruplarının, eylemleri için teorik bir temel bulmaya çalışmaları gerektiğini düşünüyoruz. Teorik netleşme, pratik birleşme için bin unsur ve gerekli bir koşuldur.

B) Yönetmek de, neyi?
Rus devrimi, Rusya'da kapitalizmin gelişmesine dönüşerek son buldu. Etkili bir menajer yapısı oluşturmak onun düsturu olmuştu. Aşırı sol, derhal, bürokratik yönetimin sosyalizm olmadığını ileri sürdü ve işçi yönetimini savundu. Teorisiyle uyumlu olarak, merkezine işçi konseylerini koydu: bu konseyler, kapitalizm altında işçilerin savaş örgütleri ve sosyalizm altında da işçi yönetiminin aygıtları olarak davranacaklardı. Böylece, Lenin'in teorisinde partinin oynadığı merkezi rolü, aşırı solun teorisinde konseyler oynadı.

İşçi yönetimi teorisi, kapitalizmi, onun yönetimine dayanarak analiz eder. Fakat kapitalizm, her şeyden önce bir yönetim modeli midir? Marx tarafından başlatılan, kapitalizmin devrimci analizi, şu soruya vurgu yapmaz: Sermayeyi kim yönetiyor? Tersine: Marx, hem kapitalistlerin, hem de işçilerin, sermayenin fonksiyonları olduğunu açıklamıştır: "kapitalistin yalnızca sermayenin bir fonksiyonu olması gibi, emekçi de emek gücünün bir fonksiyonudur." Rus liderler, ekonomiyi "yönetmediler", onun tarafından yönetildiler ve Rus ekonomisinin bütün gelişmesi, kapitalist birikimin objektif yasalarına boyun eğdi. Başka bir deyişle, menajer, üretim ilişkilerinin sınırlılıklarının ve zorunluluklarının hizmetindedir. Kapitalizm, bir YÖNETİM modeli değil, fakat verili ÜRETİM İLİŞKİLERİNE dayalı bir üretim modelidir. Devrim, bu ilişkileri hedeflemelidir; biz bunları kısaca analiz etmeye çalışacağız. Kapitalizmin devrimci analizi, hem Rusya'da, hem de Amerika'da ekonominin menajerleri tarafından boyun eğilen objektif yasaları olan sermayenin rolüne vurgu yapar.

C) Değer Yasası
Kapitalizm, mübadeleye dayanır: o, öncelikle kendini, "devasa bir emtia birikimi" olarak sunar. Fakat mübadele olmadan var olamayan kapitalizm, yalnızca emtia üretimi değildir; hatta o, basit meta üretimine karşı mücadele ederek büyümüş ve gelişmiştir. Sermaye, temel olarak özel tipte bir mübadeleye, yaşayan emekle, biriktirilmiş emek arasındaki mübadeleye dayanır. Marx'la, klasik ekonomistler arasındaki farklılık, öncelikle, Marx'ın, emek gücü kavramını ortaya çıkarmasında yatar: bu kavram, gerekli emekle, artı-emek arasındaki farklılıkta yatan artı-değerin gizini ortaya çıkartmıştır.

Emtialar birbirleriyle nasıl karşılaştırılırlar? X niceliği ile belirlenen A malının, Y niceliğindeki B'yle aynı değerde olmasıyla mı? Marx, XA=YB formülünü, A ve B'nin somut doğasıyla, onların ayrı ayrı nitelikleriyle değil, niceliksel bir ilişkiyle açıklama yoluna gitmiştir: A ve B, yalnızca XA=YB oranında değiştirilebilirler, çünkü onların her ikisi de onlarda "ortak olan birşey" içermektedirler. Eğer A ve B'nin doğasının somut ve kullanılan yanlarını çıkarırsak, geriye onlardan bir tek ortak şey kalır: her ikisi de "emek ürünleri"dir. A ve B, onlarda kristalize olan emeğin niceliği tarafından belirlenen oranlara göre değiştirilebilirler. Emeğin niceliği, süreye göre ölçülür. Toplumsal olarak gerekli emek süresi kavramı, ek tahliller tarafından geliştirilen bir soyutlamadır: Kimse, verili bir toplumda sunulan toplumsal olarak gerekli emeğin bir saatini hesap edemez. Fakat, soyut ve somut emek arasındaki ayrılık, Marx'a, mübadelenin işleyişini anlama ve mübadelenin özel bir biçimi olan |cret sistemini analiz etme imkanı vermiştir.

"Kitabımdaki en canalıcı noktalar şunlar: 1) Kullanım değeri ya da değişim-değeriyle ifade edilişine göre Emeğin ikili niteliği. (Olguların her türlü kavranması buna dayanıyor.) Daha ilk bölümde bu vurgulanıyor..."2

Emek süresi, gerçekte, üretimin bütün sosyal örgütlenmesini ve dağıtımını belirler. O, özel yerlerde özel amaçlar için kullanılan üretici güçlerin oranını düzenler. Değer yasası, "kendini sosyal emeğin gerekli oranlarını belirleyen olarak ileri sürer, bütün topluma uygulanma genel anlamında değil, fakat yalnızca kapitalist toplum tarafından talep edilmesi anlamında; başka bir deyişle, o, kapitalist toplumun özel ihtiyaçlarına göre bütün sosyal emeğin oransal bir dağılımını inşa eder."3

Bu, kapitalizmin, halkın ayakta kalması için gerekli bir fabrikanın üretimi bile söz konusu olsa, niçin Hindistan'daki bir fabrikaya yatırım yapmadığını açıklayan sebeplerden biridir. Sermaye, daima hızla çoğalacağı yere gider. Emek süresi tarafından yapılan düzenleme, kapitalist toplumu, yalnızca, belli bir üretim için toplumsal olarak gerekli emek süresinin, ortalama emek süresine en eşit olduğu yerdeki verili bir üretimi geliştirmeye zorlar.

Sermayenin mantığı budur: mübadele değeri, ortalama emek süresi tarafından belirlenir.

D) Emek Süresinin Çelişmesi
Artı-değerin üretiminde, artı-emeğin oynadığı merkezi rolden söz etmiştik. Marx, artı-emeğin kaynağına, sınırına ve fonksiyonuna vurgu yapar.

"... üretim süresinin gittikçe artan bir kısmının üretim araçlarının üretimine ayrılması, geri kalan üretim süresinin dolaysız üretime yetmesine imkan verecek belli bir üretkenlik düzeyine ulaşmış olmasına bağlıdır. Bir başka anlatımla, toplumun beklemeye tahammülü olması; yaratılmış zenginliğin büyük bir kısmının dolaysız üretimden ve dolaysız tüketime yönelik üretimden çekilerek, maddi üretim süreci içerisinde, doğrudan doğruya üretken olmayan emeğe harcanabilmesini gerektirir."4

Ücretli emek, üretici güçlerin gelişmesinin aracıdır.

"Gerçek iktisat - tasarruf - emek süresi tasarrufundan ibarettir; (üretim maliyetinin asgariye indirilmesi); öte yandan bu tasarruf üretici gücün gelişmesiyle özdeştir."5

Ücretli emek, sermayenin artı-emeğe el koymasıyla, artı-değer üretimini mümkün kılar. Bu anlamda, çok sayıda işçinin sefalet koşullarında bulunması, tarihsel bir zorunluluktur. Bu işçiler, artı-emek sağlamak zorunda bırakılırlar. Üretici güçlerin gelişmesi ve iş gününde artı-emeğin gittikçe artan oranda paylaşımı şöyle olur:

Sermaye, "bol disposable time'ın yaratılması"nı sağlar "(bireyin ve dolayısıyla toplumun tüm üretici güçlerinin gelişebilmesi için serbest bir alanın oluşturulması)."6

Artı-emeğin çelişkisi ya da "antitetik biçimi"7 son derece açıktır:
- o, "ulusun zenginliğini" yaratır.
- o, artı-emeği arzeden işçilere sefaletten başka bir şey getirmez.

Sermaye, "bilmeden ve istemeden toplumsal disposable time'ın koşullarının yaratılmasına emek süresinin toplumun tümü için giderek azalan bir minimuma indirgenmesine ve böylece herkesin zamanının kendi kişisel gelişimi için serbest bırakılmasına hizmet etmek durumundadır."8

Komünizmde, gerekli emek süresiyle ilişkili olarak artan zaman, kapitalizmde yükselen üretici güçlerin tarihi sınırlılığıyla belirlenen artı-emek özelliğini yitirir. Disposable time, emeğin sefaletine bağlı kalmaktan kurtulacaktır. Artık, zenginliği yaratmak için sefaletin kullanılmasına gerek kalmayacaktır. Gerekli emekle, artı-emek arasındaki ilişki, üretici güçlerin yükselişiyle, maddeten var olmak için ihtiyaç duyulan emeğin ötesine giden fazla zaman, artı-emek şeklindeki geçici biçimini kaybedecektir.

"Bir boş vakit, istirahat vakti olduğu kadar, aynı zamanda bir daha yüksek faaliyetler vakti olan serbest süre, sahibini şüphesiz başka bir insan haline getirir ve dolaysız üretim sürecine de bu yeni insan girer."9

Emek süresi ekonomisi, insanlığın gelişmesi için mutlak bir gerekliliktir. O, kapitalizmin ve daha üst düzeyde de komünizmin mümkün olması için gerekli bir kuruluştur. Kapitalizmin gelişmesini ve komünizmin kurulmasını gerekli ve mümkün kılan, aynı harekettir.

Değer yasası ve ortalama emek süresi tarafından belirlenen ölçü, aynı süreç için gereklidir. Değer yasası, kapitalizmin sınırını ifade eder ve gerekli ölçüde rol oynar. Üretici güçler henüz yüksek bir gelişmeye varmadığı ve mevcut emek, üretimin gerekli bir faktörü olarak kaldığı sürece, ortalama emek süresi ölçüsü, mutlak bir gerekliliktir. Fakat sermaye, özellikle sabit sermaye geliştikçe, "fiili zenginlik üretimi, giderek emek süresinden ve harcanan emek miktarından çok, emek işlemi sırasında harekete geçirilen faktörlerin gücüne bağımlı olmaya başlar. Bu faktörlerin 'powerful effectiveness'i ise, üretimlerinde harcanan direkt emek süresiyle tamamen orantısızdır, daha çok bilimin genel durumuna ve teknolojinin, yani bu bilimin üretime uygulanışının ne derece ileri olduğuna bağlıdır."10

İnsanlığın bütün bilimsel ve teknik bilgisini "sabit" hale getiren sabit sermayenin önemli ölçüde büyümesi için proletarya sefalet koşullarına mahkûm edilir. Artık etkilerini görmeye başladığımız otomasyon, bu gelişmenin yalnızca bir aşamasıdır. Ortalama emek süresi, ölçü birimi olmakla birlikte, sermaye, üretimi düzenlemeye devam eder.

"Bir yandan emek süresinin minimuma indirgenmesi için bastıran, öte yandan emek süresini zenginliğin tek ölçüsü ve kaynağı olarak vazeden sermaye, süregiden çelişkinin ta kendisidir. Sermaye zorunlu emeğe harcanan süreyi azaltır, ama sadece fazlalık emeğe harcanan süreyi artırabilmek için azaltır."11

Üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki bilinen çelişki, eğer aşağıdaki karşıtlıklar arasındaki bağlantı görülmezse, anlaşılamaz:

a) "az gelişmiş" üretici güçlerin bir düzenleyicisi olarak ortalama emek süresinin fonksiyonu ile, böyle bir fonksiyonun gerekliliğini ortadan kaldırmaya yönelen üretici güçlerin büyümesi arasındaki çelişki.
b) artı değeri mümkün olduğunca çok üretmek için, işçinin artı- emeğinin azami ölçüde geliştirilmesi ihtiyacıyla, artı-emeğin büyümesinin, onun olanaklarını bastırması arasındaki çelişki.

"Dolaysız biçimiyle emek, zenginliğin ana kaynağı olmaktan çıkınca, emek süresi zenginliğin ve dolayısıyla mübadele değeri, kullanım değerinin ölçüsü olmaktan çıkar ve çıkmak zorundadır. Yığınların artı-emeği, genel zenginliğin gelişiminin önkoşulu olmaktan, onunla birlikte azınlığın emeksizliği insan kafasının evrensel güçlerinin gelişmesinin koşulu olmaktan çıkar."12

Bütün ütopik düşünürlerin kehânette bulunduğu "insanlığın kurtuluşu" ancak şu zaman mümkündür:

"Bununla, mübadele değerine dayalı olan üretim çöker... Bireysellik özgürce gelişir. Zorunlu emek süresinin artık emek yaratmak için azaltılması yerine, genelde toplumun zorunlu emeğinin minimuma indirgenerek, herkes için serbest bırakılmış olan zamanın ve yaratılmış olan araçların, bireylerin sanatsal, bilimsel vb. eğitim ve gelişimine tekabül etmesi."13

"Her çocuk bilir ki, çalışmayı bırakan bir ulus, bir yıl demeyeceğim, birkaç hafta içinde yok olur gider. Ve gene her çocuk bilir ki, farklı gereksinimlere yanıt veren ürün miktarı, toplumdaki toplam emekten, farklı ve nicel olarak belirlenmiş bir miktarı gereksinir. Toplumsal emeğin belirli oranlarda dağılımı zorunluluğunu toplumsal üretimin belli bir biçiminin ortadan kaldıramayacağı, yalnızca onun görünüm tarzını değiştireceği açıktır. Doğa yasaları tamamıyla geçerlikten alıkonamaz. Tarihsel olarak farklı durumlarda değişebilen tek şey, bu biçimdir; yasaların, içinde kendilerini ortaya koydukları biçimdir."14

Marx, sosyal bakımdan gerekli emek süresinin düzenlemesine karşı, mevcut zamanın düzenlemesine taraftardı. Elbette bunlar, istendiği zaman kullanılan ya da reddedilen iki yöntem değildir, fakat bütün sosyal ilişkileri belirleyen iki objektif tarihi süreçtir. Bir çok kişi, Marx'ın, Gotha Programının Eleştirisi'nde bunu açıkladığını bilir: "üretim araçlarının ortak sahipliğine dayanan işbirliği toplumunda, üreticiler ürünlerini mübadele etmezler; ürünlerin doğrudan içerdiği emek, burada bu ürünlerin değeri olarak çok az rol oynarken, onların sahip olduğu maddi kalite belirleyici olur, kapitalist toplumun tersine, bireysel emek, dolaylı bir biçimde artık mevcut değildir, fakat toplam emeğin bir parçası olarak doğrudan mevcuttur."15

"Marx'ın, "herkese ihtiyacına göre" görüşü, herşeyin "bolluk" içinde olacağı anlamına gelmez; mutlak "bolluk" görüşü tarihi olarak geçersizdir. Bir çeşit hesaplama ve seçim, mübadele değeri temelinde değil, ama düşünülen ürünün sosyal yararlılığına göre kullanım değeri temelinde olmak zorundadır. (Bu açıdan, "azgelişmiş ülkeler" sorunu yeni bir bakışaçısıyla ele alınmalıdır.) Marx, Felsefenin Sefaleti'nde, bu konuda son derece nettir:

"Sınıf antagonizminin ortadan kalktığı, sınıfların olmadığı gelecekte, üretimin asgari zaman tarafından belirlenmesi olmayacak; fakat üretim, ürünlerin sosyal yararlılık ölçüsü tarafından belirlenecek farklı sanatlara adanacaktır."16

Nitekim bu metin, "zorunluluklar alanından" "özgürlükler alanına"17 geçişi açıklamaktadır. Özgürlükten, üretici güçlerin gelişmesiyle ulaşılan düzey, insanlığın en azından benimseyebildiği maddi hayatın üretim sürecini belirleyen insan ilişkileri bağlamında söz edilebilir.18 Sosyal zenginliğin artması ve her bireyin gelişmesi, birbiriyle uyum halindedir.

"Çünkü gerçek zenginlik, tüm bireylerin gelişmiş üretici güçleridir. Bu noktada artık zenginliğin ölçüsü emek süresi değil, disposable time'dır."19 Gerçekten de Marx, zamanı, insan özgürlüğünün ölçüsü olarak koyarken son derece haklıdır.

Ayrıca, şurası son derece açıktır ki, Marx'ın tahlil ettiği dinamikler, değer yasasının yıkımındaki ilerleme yoluyla komünizme tedrici bir geçiş olacağı şeklindeki hipotezleri dışlar. Tersine, değer yasası, kapitalizmin yıkımına kadar kendini şiddetle korur: değer yasası, kendi kendine asla son vermez - yalnızca yeniden ve yeniden daha üst düzeyde ortaya çıkar. Onun yıkımına yol açacak hareketin doğmasının zorunluluk olduğunu gördük. Fakat o, sistemin fonksiyonlarının düzenlenmesine ve varlığına asla son vermez. Bu yüzden, bir devrim zorunludur.

Toplumun işçi konseyleri tarafından yönetilmesi teorisi, kapitalizmin dinamiklerini dikkate almaz. O, kapitalizmin özelliklerini ve bütün kategorilerini benimser: ücretli emek, değer yasası, mübadele. İşçiler tarafından demokratik bir şekilde yönetme şeklindeki sosyalizm çeşidi, kapitalizmden başka bir şey değildir. Eğer bu, pratiğe konacak olursa, iki olasılık söz konusudur: ya işçi konseyleri, hâlâ varlığını sürdüren kapitalist üretim ilişkilerinin imkansız kılması sonucu, kapitalist işletmelerde geçerli olamayacak fonksiyonları yerine getirmeye çalışacaklardır. Bu durumda, işçi konseyleri karşı-devrim tarafından yıkılacaklardır. Üretim ilişkileri insan insana ilişkiler değildir, tersine, emek sürecinin çeşitli unsurlarının kombinasyonudur. "İnsan" ilişkileri, sermaye ve ücretli emek arasındaki temel ilişki biçiminin yanında yalnızca ikincil bir ilişkiye yol açacaklardır. Ya da işçi konseyleri, kapitalist girişimler olarak işlemeyi kabul edeceklerdir. Bu durumda, konseyler sistemi yaşamayacak; bir ilüzyon olarak, Sermaye ve Emek arasındaki birliğin sayısız biçiminden biri olarak kalacaktır. "Seçilmiş" menajerler, kısa sürede, geleneksel kapitalistlerin bir benzerine dönüşeceklerdir: kapitalistin fonksiyonu, der Marx, işçinin fonksiyonundan ayrılma eğilimindedir. İşçi yönetimi kapitalizm sonucuna varacaktır; başka bir deyişle, kapitalizm yıkılmayacaktır.

Bolşevik bürokrasi, ekonomiyi kendi kontrolüne aldı. Aşırı sol, bunu kitlelerin yapmasını istedi. Aşırı sol, Leninizmle aynı zeminde kaldı: o, bir kere daha, aynı soruya (ekonominin yönetilmesi) farklı bir yanıt verdi. Biz, bu sorunun yerine başka bir soru koymak istiyoruz (kapitalist ekonominin yıkımı). Sosyalizm, isterse "demokratik" olsun, sermayenin yönetilmesi değildir, fakat onun bütünüyle yıkılmasıdır.

E) Aşırı Solun Tarihsel Sınırı
"Örgütlenme" ve sosyalizmin içeriği üzerine incelememiz bizi, kapitalizm altındaki devrimci bir dinamiğin varlığını ileri sürmeye götürdü. Kapitalizmin bir ürünü olan devrimci hareket, yeni bir durumda yeni biçimler alır. Sosyalizm, yalnızca toplumun işçiler tarafından yönetilmesi değil, fakat sermaye devrine, tarihsel olarak, proletarya tarafından son verilmesidir. Proletarya yalnızca dünyayı ele geçirmez; aynı zamanda kapitalizmin işlemesine ve mübadeleye son verir. Marx'ı, diğer bütün ütopik ve reformist düşünürlerden ayıran nokta budur; sosyalizm, sermaye tarafından yaratılan ve bütün gezegene yayılan objektif dinamiklerin ürünüdür. Marx, hareketin içeriği noktasında ısrar etmiştir. Lenin ve aşırı sol, onun biçimleri üzerinde ısrar etmişlerdir: örgütlenme biçimi, toplumun yönetilme biçimi derken, onlar devrimci hareketin içeriğini unutmuşlardır. Bu da tarihsel bir üründür. O dönemdeki şartlar, devrimci mücadelenin komünist bir içerik kazanmasını önlemiştir.

Leninizm, onun zamanındaki devrimin imkansızlığının ifadesidir. Konseycilik, olanaklılığının nerede yattığını tam olarak görmeksizin, onun gerekliliğinin ifadesidir. Marx'ın parti üzerine fikirleri terkedildi. Zaman büyük reformist örgütlerin zamanıydı ve bu yüzden komünist partiler çabucak ve derhal reformizmin diğer bir biçimine battılar. Devrimci hareket, yeterince güçlü değildi. 1920'lerin başı, her yerde, Almanya'da, İtalya'da, Fransa'da, Büyük Britanya'da, kitlelerin "işçi" liderleri tarafından kontrolüne işaret eder. Bu duruma tepki olarak, aşırı solcular, yeni bürokratlar olma korkusuna kapıldılar. Leninist partilerin, proletaryanın yenilgisinin bir ürünü olduğunu anlamak yerine, her türlü partiyi reddettiler ve Lenin'in yaptığı gibi, Marxist parti fikrini unutulmaya terkettiler. Sosyalizmin içeriğine gelince, kısa bir süre İspanya'daki hariç, bütün sosyalist partiler, kapitalizmi devirmek yerine onu yönetmeye kalkıştılar. Bu koşullarda aşırı sol, Leninizmin derin bir eleştirisini yapamadı. Onlar, devrimin içeriğini anlamadan, yalnızca karşıt fikri ileri sürdüler ve Leninizme başka biçimlerde karşı çıktılar. İçerik net bir şekilde ortaya çıkmadığı için bu son derece doğaldı. (Bununla birlikte aşırı solun kapitalizmin bazı yönlerine -sendikalizm ve "işçi" partileri- önemli eleştiriler getirdiğini hatırlatmalıyız).

Aşırı sol hareketin, Leninist parti ve sınıf bilinci fetişminin yerine, işçi konseyleri fetişizmini koymasının nedenleri bunlardır. Hem Leninizmin, hem de aşırı solculuğun eleştirisi artık mümkündür, çünkü kapitalizmin gelişmesi bize, devrimci hareketin gerçek içeriği hakkında bir fikir kazandırmıştır.

Gösterdiğimiz gibi, aşırı sol fikirlere saplanırsak (parti kurma korkusu ve işçi yönetimi) onları bir ideolojiye dönüştürmüş oluruz. Bu fikirler 1920'lerde ilk ortaya çıktıklarında gerçek bir devrimci mücadelenin ifadesiydiler ve onların "hataları" bile, Leninizme ve sosyal demokrasiye karşı mücadelede olumlu ve ilerici bir rol oynadı. Onların sınırlılıkları, binlerce devrimci işçinin faaliyetinin ifadesiydi. Fakat, 1920'den bu yana çok şey değişti. Yeni bir devrimci işçi azınlığı yavaş bir süreç içinde şekillendi ve 1968 Fransa olaylarıyla ve çeşitli ülkelerdeki diğer mücadelelerle kendini ortaya koydu.

Devrimci bir dönemde, devrimciler, herhangi bir teorik ya da sosyal sorun olmaksızın proletaryanın yanında yer alırlar. Devrimci hareket bölünmez. Teorik uyum devrimcilerin sürekli hedefi olduğu gibi, bu daima devrimci çabaların pratik eşgüdümünü hızlandırır. Devrimciler, var olan toplumun eleştirisini propaganda yapmakta, kolektif olarak harekete geçmekte bir an bile duraksamazlar.

Onlar, işçilere ne yapacaklarını söylemeye kalkışmazlar; fakat onlar, "işçiler ne yapmalarına kendileri karar vermelidirler" bahanesine sığınarak müdahale etmekten de kaçınmazlar. Çünkü, bir yandan, genel durumun onları yapmaya zorladığı şeye ancak işçiler karar verebilirler; ve diğer yandan, devrimci hareket, teorinin organik yapısının ayrılmaz ve zorunlu bir unsurudur. Komünistler, hareketin genel çıkarlarını savunur ve temsil ederler. Her durumda onlar, ne olup bittiğinin bütünsel anlamını ifade etmekte, pratik önerilerde bulunmakta tereddüt etmezler. Eğer bu ifadelendirme doğru ve öneriler uygunsa, onlar proletarya mücadelesinin bir parçasıdır ve komünist devrimin "parti"sini inşa etmeye katkıda bulunmuş olurlar.

(Temmuz, 1969)

1. ICO şu anda, Echanges & Mouvements biçiminde varlığını sürdürmektedir.

2. Marx'ın Engels'e mektubu, 24 Ağustos 1867. K.Marx-F. Engels, Seçme Yazışmalar-I (1844-1869), Sol Yayınları, çev: Yurdakul Fincancı, Kasım 1995, Ankara, s.225.

3. Paul Mattick, "Value and Socialism".

4. Marx, Grundrisse. Birikim Yayınları, çev: Sevan Nişanyan, 1979, İstanbul, s.655.

5. Agy. s.662.

6. Agy. s.656.

7. Agy. s.657. Antitetik biçim: Yani bir yerde serbest zamanın yaratılmasının, öbür yanda işçi sınıfının arttık-emeğine bağlı olması.

8. Agy. s.656.

9. Agy. s.663.

10. Agy. s.651.

11. Agy. s.653.

12. Agy. s.652.

13. Agy. s.652-653.

14. Marx'ın Kugelmann'a mektubu, 11 Temmuz 1868. K.Marx-F. Engels, Seçme Yazışmalar-I (1844-1869), Sol Yayınları, çev: Yurdakul Fincancı, Kasım 1995, Ankara, s.245.

15. Marx, Critique of the Gotha Programme.

16. Marx, The Poverty of Philosophy.

17. Capital, C.III, son bölüm.

18. "Burjuva toplumunun özü işte tam da buradadır; a priori üretimin bilinçli sosyal düzenlenmesi söz konusu değildir. Rasyonel ve doğal zorunluluk olan, kendini yalnızca gözü kapalı işleyen bir ortalamayla ortaya koyar." (Mark'ın Kugelmann'a mektubu, 11 Temmuz 1868, 14. dipnotta age, s.246).

19. Grundrisse. s.657.

Ek. Pannekoek ve Bordiga Üzerine Not
Her ne kadar her ikisi de, Lenin'in Sol Komünizm, Bir Çocukluk Hastalığı'nda saldırı hedefi olmuşlarsa da, Pannekoek, Bordiga'yı tuhaf bir Leninist olarak adlandırırken, Bordiga da Pannekoek'i, marxizmle anarko-sendikalizmin tatsız bir karışımı olarak görür. Aslında, ikisi de birbirine gerçek bir ilgi göstermedikleri gibi, "Alman" ve "İtalyan" komünist solcuları da birbirlerini büyük ölçüde görmezlikten gelmişlerdir. Bu notun amaçlarından biri, onların böyle yaparak hata ettiklerini göstermektir.

Bir kaç yıl öncesine kadar, çok az kişi Pannekoek (1873-1960) hakkında bir şeyler biliyordu. Onun fikirleri ve geçmişi yeniden gündeme geldi, çünkü içinde yaşadığımız dönem, onun zamanının koşullarını yeniden yarattı - fakat bugüne göre önemli farklılıklar olsa da, onun görüşlerini doğrulamak zorundayız.

Pannekoek Hollandalıydı, fakat çoğu faaliyetini Almanya'da sürdürdü. O, gelişmiş ülkelerdeki, 1914 öncesi devrimci geleneğinden ayakta kalan çok az sayıdaki sosyalistten biriydi. Ne var ki, ancak savaş sırasında ve sonrasında radikal görüşleri benimsedi. Onun 1920'de yazdığı World Revolution and Communist Tactics yazısı, o dönemin en iyi çalışmalarından biridir. Pannekoek, İkinci Enternasyonalin başarısızlığının, onun stratejisinin başarısızlığından gelmediğini, fakat bu stratejinin İkinci Enternasyonal'in biçim ve işlevinden kaynaklandığını gördü. Enternasyonal, işçilerin ekonomik ve sosyal reformlar talep ettikleri kapitalizmin belli bir aşamasına adapte olmuştu. Devrim yapmak için proletarya, eski parti/sendika bölünmesinin ötesine giden yeni tipte organlar inşa etmek zorundaydı. O, bu konuda, Komünist Enternasyonal'le de çatışmaktan kaçınamazdı. Birinci olarak, Ruslar eski Enternasyonalin ne yaptığını bütünüyle anlamadıkları ve Kautsky'nin kitlelere "sosyalist bilinç" verme ve onun karşı-devrimci tavrını anlamaksızın, işçileri yukardan örgütlemeye inandıkları için; ikincisi, Rus Devleti, Avrupa'da, Rusya ile hükümetlerini anlaşmaya zorlamak yönünde baskı yapacak kitle partilerini arzuladığı için. Pannekoek, gerçek komünist unsurların yanında yer aldı. Kısa süre sonra bu unsurlar yenildi ve Batı'da çeşitli büyüklükte Komünist Partiler ortaya çıktı. Komünist sol, farklı fraksiyonlar biçiminde bölünen küçük gruplara indirgendi.

30'lu yıllarda Pannekoek ve diğerleri, komünizmi tanımlamaya çalıştılar. Onlar, 1920'lerin başlarından beri Rusya'yı kapitalist olarak suçlamışlardı. Şimdi ise Marx'ın değer analizine kadar gidiyorlardı. Onlar, kapitalizmin, değer birikimi için üretim olduğunu, oysa komünizmin, halkın ihtiyaçlarını yerine getiren kullanım değeri için üretim olduğunu ileri sürdüler. Fakat komünizmde bazı planlamalar yapılmak zorundaydı: paranın aracılığı olmaksızın, toplum, üretilen her malda bulunan emek süresi miktarının izini tespit etmek için doğru bir muhasebe sistemi örgütlemek zorundaydı. Doğru bir hesaplama, hiçbir şeyin israf edilmediğini gösterecekti. Pannekoek ve arkadaşları, değere ve onun sonuçlarına geri dönmekte son derece haklıydılar. Fakat onlar, emek süresinde akılcı bir hesaplama sistemi görerek hata etmişlerdi. Onlar, aslında değer kuralını (çünkü değer, bir malı üretmek için gerekli sosyal emek süresi miktarından başka bir şey değildi) paranın müdahalesi olmaksızın önermişlerdi. Buna, Marx'ın 1857'de, Grundrisse'nin başında yaptığı saldırı da eklenebilir. Fakat Alman (ve Hollandalı) sol komünistler en azından komünist teorinin merkezine vurgu yapmışlardı.

1919'dan 1923'e kadar süren Alman iç savaşında, en aktif işçiler, esas olarak "sendika"1 denen ya da bazen "konsey" (var olan işçi konseylerinin çoğunluğu reformist olmakla birlikte) diye anılan yeni örgüt biçimleri yarattılar. Pannekoek, bu biçimlerin, geleneksel parti biçimine karşı çıkan bu formların hayati önemde olduğu fikrini geliştirdi. Bu noktada, konsey komünizmi, parti komünizmine saldırdı. Pannekoek, tam anlamıyla konseyci bir ideoloji biçiminde işlediği Workers' Councils'ı yayınladığı ikinci dünya savaşı sonrasına kadar bu görüşleri daha tam bir biçimde geliştirmeye devam etti. Devrim, bir kitle demokrasisi sürecine indirgendi ve sosyalizm de, emek süresini hesaplayan bir kolektif muhasebe sistemi, bir başka deyişle, parasız biçimdeki değer aracılığıyla bir işçi yönetimine indirgendi. Sorun, değerin yalnızca bir ölçü birimi olmanın ötesinde, kapitalizmin kanı olmasıydı. Devrimcilere gelince, onlar yalnızca haberleşmeli, teoriyle ilgilenmeli, bilgi akışını sağlamalı ve işçilerin ne yapmakta olduğunu izah etmeliydiler. Fakat onlar, sürekli bir politik grup içinde örgütlenmemeli, bir strateji savunmaya ya da buna göre hareket etmeye kalkışmamalı, zinhar işçilerin yeni liderleri ve sonra da yeni yönetici sınıf olmamalıydılar.

Pannekoek, Rusya'nın devlet kapitalizmi tahlilinden, kapitalizm içindeki işçilerin temsilcileri olarak her şeyden önce sendikaların tahliline yöneldi.

Pannekoek için, sermayeye karşı proletaryanın doğrudan direniş biçimleri bildik bir şeydi ve karşı-devrimin zaferini anlıyordu. Fakat, komünist hareketin genel koşullarını anlamamıştı: onun temelini (işçilerin emtiaya dönüşmesi), mücadelesini (Devlete ve var olan işçi hareketine karşı merkezileşmiş eylem), hedefini (ekonominin olmadığı yeni sosyal ilişkilerin yaratılması). Pannekoek, devrimci hareketin yeniden biçimlendirilmesinde önemli bir rol oynadı. Onun katkısının sınırlarını görmek zorundayız ki, ancak o zaman bu katkıyı, yıkıcı teorinin yeniden genel biçimlendirilmesine yerleştirebiliriz.

Bordiga (1889-1970), farklı koşullarda yaşadı. Savaştan önce reformizme karşı savaşan ve hatta yenisini kurmak üzere Hollanda Sosyalist Partisi'nden ayrılan Pannekoek gibi, Bordiga da, partisinin sol kanadındandı. Fakat o, Pannekoek kadar ileri gitmedi. Birinci dünya savaşı sırasında, İtalyan partisi bir ölçüde radikal görüşe sahipti ve bu, bölünmeye olanak tanımamıştı. Bu parti, az çok pasif bir biçimde de olsa, savaşa bile karşı çıkmıştı.

İtalyan KP'nin 1921'deki kuruluşu, eski partinin sağ kanadından ve aynı zamanda merkez kanadından kopuşla gerçekleşmişti. Bu, Komünist Enternasyonal'in hoşuna gitmedi. Bordiga, partiye liderlik ediyordu. O, ilkesel değil, fakat taktik olarak seçimlere katılmayı reddetti. Parlamenter faaliyet bazen kullanılabilirdi, fakat burjuvazi onu, işçileri sınıf mücadelesinden kopartmak için ortaya sürdüğünde değil. Daha sonra Bordiga, mümkün olduğu zaman parlamentoyu bir kürsü olarak kullanmaya karşı olmadığını yazdı. Örneğin, faşizmin ortaya çıkışı sırasında, parlamento, bir kürsü olarak kullanılmaya çalışılmıştı. Fakat 1919'da, devrimci bir hareketlenme sırasında, bir ayaklanma ve onun hazırlıkları gündemdeyken seçimlere katılmak, parlamento yoluyla değişikliğin mümkün olduğu şeklindeki burjuva yalan ve yanıltmalarını güçlendirmek anlamına gelirdi. Bu, sosyalist partideki grubu, "boykotçu hizip" diye adlandırılan Bordiga için önemli bir konuydu. Komünist Enternasyonal, bu noktada onunla aynı fikirde değildi. Bunun bir strateji değil, taktik sorunu olduğunu düşünen Bordiga KE'e boyun eğmeye karar verdi, çünkü böyle bir harekette disiplinin gerekliliğine inanıyordu. Fakat tutumunu değiştirmedi.

Bir diğer anlaşmazlık sebebi, birleşik cephe taktikleriydi. Bordiga'ya öyle geliyordu ki, sosyalist partileri ortak eyleme çağırmak, kitleler arasında bir kafa karışıklığına yol açacak ve bu, karşı-devrimci partilerin komünizme olan uzlaşmaz muhalefetini gizleyecekti. Bu, aynı zamanda, reformizmle bağlarını aslında kopartmamış olan bazı komünist partilerin oportünist eğilimlerini geliştirmelerine yardımcı olacaktı.

Bordiga, yalnızca teoride ve pratikte karışıklık yaratmaya yarayan işçi hükümeti sloganına da karşıydı. Ona göre, proletarya diktatörlüğü, devrimci programın zorunlu bir parçasıydı. Gerçi Pannekoek'in tersine, o, bu tutumlarını, Rus devletinin ve partisinin yozlaşmasına dayanarak açıklamayı reddetti. O, KE'in hatalı olduğunu, ama hâlâ komünist olduğunu düşünüyordu.

Komünist Enternasyonal'in tersine, Bordiga, faşizm konusunda net bir tutum benimsedi. O, faşizmi, demokrasi gibi, burjuva yönetiminin bir diğer biçimi olarak görüyordu; o, aynı zamanda, bunların arasında seçim yapılamayacağına inanıyordu. Bu, sürekli tartışılan bir konuydu. İtalyan solu'nun tutumu, genellikle çarpıtılmıştır. Tarihçiler genellikle, Mussolini'nin iktidara gelmesinden Bordiga'nın sorumlu olduğunu düşünürler. O, faşizm altında halkın acı çekmesine karşı duyarsız kalmakla bile suçlanmıştır. Bordiga'nın gözünde, devrim bakış açısından, faşizmin demokrasiden daha kötü olduğu ve demokrasinin, proletaryanın sınıf mücadelesi için daha iyi koşullar yarattığı doğru değildir. Demokrasiyi, faşizm karşısında ehven-i şer olarak düşünmek aptallıktır ve faşizmden sakınmak için demokrasiyi desteklemek faydasızdır: İtalyan (ve daha sonra Alman) deneyleri göstermiştir ki, demokrasi yalnızca faşizm karşısında güçsüz olmakla kalmaz, fakat faşizmi yardıma da çağırır. Proletaryadan korkan demokrasi, gerçekte faşizmi besler. Bu yüzden, faşizme karşı tek alternatif, proletarya diktatörlüğüdür.

Daha sonra anti-faşist politikayı destekleyen sol tarafından - örneğin Troçkistler - bir başka argüman ileri sürüldü. Sermayenin faşizme ihtiyacı vardı: O, artık demokratik olamazdı. Bu yüzden, biz demokrasi için savaşırken, aslında sosyalizm için savaşıyorduk. Çok sayıda solcunun ikinci dünya savaşındaki tutumlarını haklı göstermek için dayandığı nokta budur. Fakat, demokrasinin faşizmi beslemesi gibi, faşizm de demokrasiyi besler. Tarih, Bordiga'nın teoride savunduğu şeyin, pratikte gerçekleştiğini göstermiştir: kapitalizm, birinin yerine diğerini koymuştur; demokrasi ve faşizm, birbirlerinin başarısını sağlamışlardır. 1945'den beri, her iki biçim birbirine karışmıştır.

Elbette Komünist Enternasyonal, Bordiga'nın muhalefetini tolere edemedi ve 1923'le 1926 arasında, Bordiga, İtalyan Komünist Partisi'nin kontrolünü kaybetti.2 Troçki'yle fikri anlaşmazlık içinde olmasına rağmen, Stalin'e karşı Troçki'nin safında yer aldı. 1926'da, Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesinde, Rus liderlere saldırıya geçti. Bu, muhtemelen, kamuoyu önünde, böyle üst düzeyde, KE'e saldırılan son olaydı. Yine de, burada, Bordiga'nın Rusya'yı kapitalist olarak tahlil edemediğini ve KE'in yozlaştığını tespit edemediğini kaydetmek önemlidir. Bir kaç yıl sonrasına kadar Stalinizmden gerçek anlamda kopamadı.

Bordiga, 1926'dan 1930'a kadar hapis yattı ve 1930'lu yıllarda, politik sığınmacı olarak, aktif politikadan uzak kaldı. Yeni bir dünya savaşının hazırlıklarıyla geçen 1930'lar, anti-faşizm ve halk cepheleri tarafından domine edildi. Son derece zayıf olan İtalyan göçmen solu, yaklaşan savaşın emperyalist savaştan başka bir şey olmayacağını ileri sürdü. Demokrasiyi destekleme yoluyla faşizme karşı mücadele, bu savaşın maddi ve ideolojik hazırlığı olarak görüldü.

Savaşın başlamasından sonra, komünist eylem için çok az fırsat doğdu. İtalyan ve Alman solu, enternasyonalist bir tutum benimserken, Troçkizm, mihver devletlere karşı müttefik devletleri desteklemeyi tercih etti. Bordiga, o sırada hâlâ Rusya'yı kapitalist olarak tanımlamayı reddetmekle birlikte, hiçbir zaman - Troçki'nin yaptığı gibi -, Sovyetler Birliği'nin, kiminle ittifak yaparsa yapsın, desteklenmesi gerektiğine inanmadı. O, asla "işçi devleti"nin savunulması gerektiğini söylemedi. Unutulmamalıdır ki, Rusya, Almanya ile birlikte, 1939'da, Polonya'yı işgal ettiği ve paylaştığı zaman, Troçki, bunun, Polonya'ya sosyalist ilişkilerin, sosyalist yoldan sokulması anlamına geldiği için, olumlu bir olay olduğunu söylemişti!

1943'de İtalya'nın saf değiştirmesi ve Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte eylem için fırsat doğmuş oldu. İtalyan solu bir parti kurdu. Onlar, savaşın sona ermesinin, birinci dünya savaşının sonunda olduğu gibi, sınıf mücadelesine yol açacağını düşünüyorlardı. Bordiga gerçekten inanıyor muydu buna? O, muhtemelen, durumun tamamen farklı olduğunu anlamıştı. Bu sırada işçi sınıfı, demokrasi bayrağı altında toplanmayı başarmış olan sermayenin tamamen kontrolü altındaydı. Mağluplara (Almanya ve Japonya) gelince, onlar işgal altındaydılar ve galiplerin kontrolü altına girmişlerdi. Fakat Bordiga, grubunun iyimser bölümünün görüşlerine gerçekte karşı çıkmadı ve bu tutumunu ölümüne kadar sürdürdü. "Parti"sinin aktivitelerinden (ve aktivizminden) uzak durdu ve daha çok teorik sorunlarla ilgilendi. Böylece o, karşı olduğu ilüzyonların yaratılmasına ve sürdürülmesine yardım etmiş oldu. Partisi, birkaç yıl içinde, üyelerinin çoğunu kaybetti. 1940'ların sonunda, parti, savaştan önce olduğu gibi, küçük bir gruba dönüştü.

Bordiga'nın çalışmalarının çoğu, teoriktir. Bunların büyük kısmı Rusya ile ilgilidir. O, Rusya'nın kapitalist olduğunu ve bu kapitalizmin, batıdakilerden karakter olarak farklı olmadığını gösterdi. Alman solu (ya da aşırı solu) bu konuda hatalıydı. Bordiga'ya göre, önemli olan, bürokrasi değil, bürokrasinin boyun eğmek zorunda olduğu ekonomik yasaların özüydü. Bu yasalar, Kapital'de tarifi yapılanların aynısıydı: değer birikimi, emtia mübadelesi, kâr oranının düşmesi vb. Rus ekonomisinin üretim fazlası yaşamadığı doğruydu, fakat bunun tek nedeni, onun geriliğiydi. Soğuk savaş sırasında, konsey komünistlerinin çoğu, bürokratik rejimleri, kapitalist evrimin gelecekteki muhtemel ve yeni bir modeli olarak tanımladıklarında, Bordiga ABD dolarının, Rusya'ya sızdığını ve Kremlin'in duvarlarını çatlattığını öngördü.

Aşırı sol, Rusya'nın, Marx'ın tanımını yaptığı temel yasaları değiştirdiğine inanıyordu. O, ekonominin, işçi yönetimi sloganına karşı çıkan bürokrasi tarafından kontrol edildiği noktasında ısrar ediyordu. Bordiga, yeni bir programa ihtiyaç olmadığını söyledi; işçi yönetimi ikincil bir sorundu; işçiler, ancak pazar ilişkilerinin ilga olduğu bir durumda ekonomiyi yönetebilirlerdi. Elbette bu tartışma, Rusya'nın analizinin ötesine gitmişti.

Bu konu, 50'lerin sonlarında açıklığa kavuştu. Bordiga, Marx'ın en önemli metinlerinden bazıları üzerine çeşitli yazılar yazdı. 1960'da, Marx'ın bütün eserlerinin komünizmin bir tarifi olduğunu söyledi. Kuşkusuz bu, Marx hakkındaki en derin yorumdu. 1930'larda değerin analizine dönen Pannekoek gibi, Bordiga da, otuz yıl sonra aynı konuya döndü. Fakat Bordiga, ilk ortaya çıkışından, komünizmdeki ölümüne kadar mübadele kavramının gelişme ve dinamiklerinin ayrıntılı bir tahlilini geliştirdi.

Bu sırada, Bordiga, proletaryanın iç dinamiklerinin yanlış kavranmasını da içeren, devrimci harekete ilişkin teorisini korudu. O, işçilerin önce ekonomik düzlemde toplanacaklarını ve sendikaların doğasını değiştireceklerini düşünüyordu; bundan sonra onlar, devrimci öncünün müdahalesi sayesinde, politik düzeye çıkacaklardı. Burada Lenin'in etkisini görmek zor değildir. Bordiga'nın küçük partisi, Fransa ve İtalya'da sendikalara girdi (KP'nin kontrolündeki sendikalara) ve hiç bir sonuç alamadı. O, bunu şu veya bu ölçüde onaylamamakla birlikte, böylesi felaketle sonuçlanan bir faaliyete karşı açıkça bir tutum almadı.

Bordiga, komünist teorinin özüne bağlı kaldı. Fakat o, aslında İkinci enternasyonalin görüşleri olan Lenin'in görüşlerinden kurtulamadı. Bu yüzden eylemleri ve fikirleri çelişmek zorunda kaldı. Fakat bugün, çalışmalarının -hâlâ- geçerli olduğunu anlamak zor değildir.

Pannekoek, proletaryanın karşı-devrime doğrudan direnişini anladı ve ifade etti. O, sendikaların, yoğunlaşmış sabit sermayenin sıradan tekellerinin benzeri olan değişken sermayenin tekeli olduklarını gördü. O, devrimin, Stalinist ve sosyal-demokratik "sosyalizmin" (Troçkizm ve şimdi de Maoizm tarafından büyük ölçüde paylaşılan) üretimci, hiyerarşik ve milliyetçi görüşüne karşı hayatın kitleler tarafından ele geçirilmesi olduğunu açıkladı. Fakat o, sermayenin doğasını ya da komünizmin meydana getireceği değişikliğin doğasını kavrayamadı. Pannekoek'in yaşamının sonlarında ifade ettiği gibi, konsey komünizmi, Leninist bakışaçısında "parti"nin oynadığı rolü oynayacak bir konsey örgütlenmeleri sistemi olarak, sermayenin aşırı bir biçimi olacaktı. Fakat Pannekoek'i en kötü dönemiyle tanımlamak ciddi bir hata olacaktır. Aynı şekilde, özellikle sermaye, işçileri yönetime katarak onları entegre etmek için yeni yollar ararken, kimse işçi yönetimi teorisini kabul edemez.

Bu, özellikle Bordiga'da önemlidir: o, Marx'ın bütün eserlerini, bir komünizmi tanımlama girişimi olarak görür. Komünizm, proletaryada potansiyel olarak mevcuttur. Proletarya, bu toplumun inkârıdır. O, sonuçta, emtia üretimine karşı, yalnızca hayatta kalmak için ayaklanacaktır, çünkü emtia üretimi, onu, fiziki olarak bile yıkmak zorundadır. Devrim, ne bilinç, ne de yönetim sorunudur. Bu tam da, Bordiga'yı, İkinci Enternasyonal'den, Lenin'den ve resmi Komünist enternasyonal'den ayıran noktadır. Fakat o hiç bir zaman, geçmişle bugün arasında bir çizgi çekmeyi başaramadı. Şimdi bunu biz yapabiliriz.

Ocak, 1973

1. Bu bağlamda, Almanca'daki "sendika" sözcüğünün bildiğimiz sendikalarla (Almancada Gewerschaften denir) bir ilgisi yoktur. "Sendikalar", gerçekte Gewerschaftenlere karşı savaşıyorlardı.

2. Hâlâ çoğunluğa sahipken, Gramsci lehine istifa ederek, örgütten uzaklaştı.

Turkish translation of 'The eclipse and re-emergence of the communist movement'. Taken from the Antagonism website.

Comments

FarukYildirim

6 years 9 months ago

In reply to by libcom.org

Submitted by FarukYildirim on March 18, 2018

Herkese merhaba, Faruk Yildirim ismim, bu tanikligi yaziyorum çünkü SUSAN JAMES LOKAN FIRMA SIRKETININ benim ve ailem için ne yaptigi konusunda gerçekten minnettarim, geldigine dair hiçbir umut olmadigini düsündügümde ve ailemin borçlanma yoluyla tekrar hayatini hissetmesini sagladiktan sonra % 3'lük çok düsük faiz oranlarinda borç aldik. Son iki ay boyunca borçlarimi ödünç almak için bir borç arayisindayim.Text Me:+1(587)206-1157 Or Website: https://susanjamesloanfirm.wixsite.com/loan-officer Or Email: [email protected] Or [email protected]