Parti, Sınıf ve Komünizm
2001; Berlin duvarının çöküşünün ardından ilan edilen “tarihin sonu”, bunun üzerinden geçen on yıldan sonra bugün, artık sadece ideolojik değil küçümseyici de görünüyor. Açık savaş kısmi bir olay olarak değil, ama modern antibiyotiklere dayanıklı hale gelmiş kadim bir hastalık gibi endemik bir şekilde Avrupa ya geri dönüyor. Küresel ekonomi paldır küldür resesyona doğru sapıyor. Uluslararası kaptalizmin bir çok kurumu( G8, IMF, dünya bankası) hiç olmadığı kadar gözden düşüp protesto ediliyor. Aynı zamanda sermayenin gelişimi birçoklarının beklediği gibi daha çok ve daha büyük fabrikaların açılmasını getirmedi fakat bunun yerine, sadece fabrikaların kapanmasınıda değil, bütün olarak endüstrilerin de kapanmasını getirdi. Sonuç olarak nüfüsun içindeki Marxist yada sendikalist anlayışın arketipi olan işçi oranında bir azalma oldu. Bu durum birçoklarını sınıfı eski moda bir fikir olarak değerlendirmeye itti. Parlamentarizm (gittikçe daha çok insan haklı olarak oy vermiyor ve vermeyede gerek görmüyor) ya da Leninizm (SSCB/Doğu Avrupa nın Bolşevik mirasının ufalandığı bir zamanda) ile olan yakınlığından dolayı, “Parti” den bahsetmek daha da anlamsız görülüyor.
Buna rağmen, toplumun sınıflar temelindeki bölünmüşlüğü sürüyor.Küçük bir azınlığın idaresi altında iktidar ve refah azalmaktan çok artarak, sermaye olarak yoğunlaşıyor. Ve iş süreçlerinde, kültürde ve kimlikte ne tür değişimler olursa olsun, gittikçe daha da artan sayıdaki insan hayatları karşılığında ancak emeklerini vererek yaşayabiliyor, ve bu nedenlede ekonominin kaprislerinin esiri oluyor. Kökenleri başka sınıflara dayanan bireylerinde devrimci bir hareketin parçası olabilmesi mümkün olsada, kapitalizmin yıkımı mülksüzlerin, proletaryanın, devrimden maddi bir çıkarı olan bu sınıfın kitlesel bir hareketi olmadan düşünülemiyor. Bugünde tıpkı birçok tarihsel dönemde olduğu gibi, sadece küçük bir azınlık kapitalizme karşı devrimci bir temelde karşı çıkmakla etkin bir şekilde ilgileniyor. Bunlar kendilerine “hareket”, “örgüt”, “parti”de deseler veya bu isimlerden hiçbirinide kulanmasalar, radikalleşmiş bir azınlığın kendisini proletaryanın diğer kesimleri ile nasıl ilişkilendirdiği surunu çok önemli bir sorudur. Takibeden makalelerde Bordiga ve Pannekoek işte tamda bu konulara değiniyor.
Burada sunulan Parti ve Sınıf adlı iki makalede, farklı zamanlarda ve farklı yerlerde yazılmışlardır ve komünist örgüt, bilinçlilik ve sınıfa dair iki farklı ve bir anlamda da iki karşıt fikri temsil ederler. Aslında sınıfın ne olduğuna dair farklı bakış açıları da sunarlar. Bu sorunlar hala önemli ve ihtilaflı olmaya devam ediyor. Devrimci parti kavramını reddeden akımlar için bile aynı durum geçerlidir. Örneğin birçok sınıf mücadelesi anarşisti isim değiştirince onun üzerindeki kötü ruhların da gideceğini sanıp sorunu, partilerini “devrimci örgüt” olarak adlandırarak aşmaya çalışır. Bundan sonra kendi örgütlerini sınıfın örgütlerine dönüştürebileceklerdir. İtalyan ve Alman komünist solları bu sorunla her biri kendi yöntemi ile de olsa doğrudan uğraşmıştır.
Bordiga 1921’de Parti ve Sınıf’ı İtalyan Komünist Parti’sinin bir metni olarak yazdığında, Rusya bütün devrimciler için proleter devrimin ilk örneği olarak görülüyordu. Bu sırada hem İtalyan ve hemde Hollanda/Alman Solları çoktan Bolşevikler ile “taktikler” konusunda anlaşmazlığa düşmüş ve Lenin tarafından kınanmış olsalarda, iki akımda hala kendilerini aynı hareketin birer parçası olarak görüyordu. Pannekoek aynı başlıklı makalesini yazdığında ise hem İtalyan hem de Alman Solları “Sovyet” Rusya’nın kapitalist doğasını kavramıştı. Bordiga’nın Parti ve Sınıf’ı en “Bolşevik”, Pannekoek’in ise yirmi yıl sonra yani en “konseyist” zamanında yazmış olması, iki akımın uyuşmazlıklarını vurgulayan bir duruma yol açmaktadır. Bu onların farklılıklarının kıyaslanmasını kolaylaştırıyor, fakat belkide derindeki yakınlıklarını perdeliyor.
Bordiga’nın çalışmasının ve İtalyan Solu’nun, en azından bir noktaya kadar komünist hareketteki sürekli bir diyalektiğin bir kutbunu temsil ettiği düşünülebilir. Teorik ve örgütlü komünizm önermelerini ve pratiğini sermayeye karşı antagonistik mücadelesi içindeki proletaryanın gerçek hareketine dayandırır. Teorik komünizm, proletaryanın mücadelesinden çıkarılan dersleri damıtmak için yapılan bir girişimdir. Ne var ki bu çabanın içinde sürekli bir çelişki vardır. Önceki mücadelelerden öğrenme çabası, kendisini ilkesel bir programla ortaya koyan, her zaman geçerli bir teoriye dönüşmeye eğilimlidir. Fakat bu programa bağlı kalmak proleter mücadeleye karşı eleştirel bir tavır oluşturmanın gerekli olması anlamına gelir. Sonuç olarak programlı [principled] komünistler proletaryanın gerçek mücadelesine gitgide daha mesafeli olmaya eğilimli olurlar. “Bordigizm” bazı tanımlamalarında, “değişmez”[invariant] bir programa sahip ilkesel bir hareket olarak, bu kutbun en yalın örneklerinden birdir.
“Otonomizm” gibi kimi hareketlere benzer şekilde, Pannekoek ve Alman/Hollanda solu bu diyalektiğin zıt kutbunda belirir. Bu akımlar teorilerini, sermayenin örgütlenmesindeki değişimler ve proletaryanın en son mücadeleleri ile temas halinde tutmaya çalışırlar. Ne yazık ki bu, politik konumlanışın sürekli bir revizyonuna (yada herhangi bir konumlanışın reddine), veya acilci yada kendiliğindenci bir işçiciliğe yol açar.
Önemli olan programa karşı kendiliğindenlik şeklindeki bir zıtlaşmanın ötesine geçeblilmektir. Komünizm hem proletaryanın öz-eylemi hem de bunun(proletaryanın öz-eyleminin) onu açığa vuran ve öngören titiz teorik eleştirişisidir.
Solların Kökenleri
Eğer Alman ve İtalyan Solları nihai olarak sınıf mücadelesinde tekrar tekrar ortaya çıkan iki anda örnekleşiyorsa, o zaman bu durumun neden böyle olduğu sorusu uyanmaktadır. Sonuç olarak iki hareketin kökenide, 1.Dünya Savaşı sonrasında avrupa devletlerinin devrimci şoklara maruz kaldığı döneme dayanıyordu. Bunları kimi yönlerden farklı tavırlar almaya iten maddi nedenler neydi? İtalyan ve Alman solu içlerinden çıktıkları sosyal-demokrat partilerin ve kendi ülkelerindeki proleter hareketlerin bir ürünü olarak görülebilirler.
Hem Bordiga hemde Pannekoek 1.Dünya Savaşı öncesinde “revizyonizm”e(reformizm) karşı savaşmış, ve Hollanda radikalleri çoktan kendi partilerini kurmuştu. İtalyan ve Alman sosyalist partlieri arasındaki en önemli fark 1.Dünya Savaşı karşısındaki tutumlarıydı ve bu fark onların kendi toplumları ile aralarındaki bağlılık düzeylerini yansıtıyordu. Hem Almanyada, hem İtalyada az çok yakın bir zamanda ulus devlet düzeyinde birleşilmişti. İyalya görece zayıf bir güçtü ve bunun sonucu olan kararsız bir dış politika izliyordu. Bu genel olarak bütün italyan toplumunda, savaşın geniş çapta eleştirilmesi anlamına geliyordu. Almanya çok güçlü bir ordusu olan merkezi devleti, ve modern endüstriyel ekonomisi ile birlikte çok daha güçlü bir konumdaydı. Bu yüzden de devletin savaşçı amaçlarına yönelik destek de çok daha yaygındı. Savaş uzadıkça gittikçe büyüyecek olan küçük radikal bir solun muhalefetine karşın, Alman SDP liderliği savaşı destekledi. Partiyi kazanmayı başaramayınca bu sol ayrılmak zorunda kalıp kendi örgütlerini kuracaktı. Pannekoek’in bölünme üzerine yaptığı konseyci vurgu gibi, belirli örgütsel biçimlerden çok daha dayanıklı olması nedeni ile, sınıfın “ruhuna” yaptığı vurgunun da buradan kaynaklandığı görülebilir. Diğer yandan İtalyan Sosyalist Partisi ise, Mussolini etrafında savaşı destekleyen ve daha sonra partiden ayrılıp faşizmi icat edecek olan küçük bir asi grubundan kaynaklanan kısmi gönülsüzlük ve tereddütü hesaba katmazsak, savaşa karşı çıktı. Sol ise örgütsel ayrışmasını 1921’de kendi komünist partilerini kurmak için maximalistler(1) ve devrimciler arasında sadece ilkesel temelde bir ayrışma olduğunda gerçekleştirdi. İtalyan solunun örgütsel süreklilik ve program üzerindeki vurgusunun nedeni de bu olabilir. Benzer şekilde demokrasi karşısındaki farklı tavırlarının maddi nedenlerini onların kendi tarihlerinden çıkarmak mümkündür. Bordiga’nın Sosyalist Parti içindeki demokratik bir unsur olan fakat hiçbir şekilde marxist olmayan Farmasonlara karşı verdiği kavga, demokrasi karşısındaki kavgasının da başlangıcı gibidir. Diğer yandan Pannekoek’in revizyonist liderliğe karşı savaşçı taban’a verdiği destekte, onun kendiliğindenci ve demokratik kökleri görülebilir.
Pannekoek
Pannekoek hem Hollanda’daki hem Almanya’daki sosyal demokratik partilerde ve daha sonra Hollanda Komünist Partisi ve Enternasyonel Komünistler Grubu’nda etkin olmuş Hollandalı bir komünistti. Özellikle Almanya başta olmak üzere sol komünist hareket üzerinde, önemli bir etkisi omuştur. Faaliyetleri sadece bir entellektüelin ürünü olarak görmek yerine, zayıf ve güçlü yanları ile birlikte Alman/Hollanda devrimci proleter hareketinin teorizasyonu olarak görülmelidir. Onun çalışmaları radikal harekette döngüsel olarak ortaya çıkan belirli bir eğilimin örneğidir. Bu eğilimi, konseycilik, işçicilik, “üretim noktasında”, doğrudanlık gibi terimler ve kendiliğindenlik üzerindeki vurgu karakterize eder. Bu eğilimler farklı koşullarda ve farklı hareketlerde yeniden ve yeniden ortaya çıkar:Workers Autonomy (İşçi Otonmisi), durumcu fikirler, İndustrial Workers of the World (Dünyanın Endüstriyel İşçileri/anarko-sendika), kimi anarşist çevreler, ve Alman, Hollanda ve Britanya sol komünizmi.
Birinci Enternasyonel “işçi sınıfının kurtuluşunun bizzat işçi sınıfının kendisi tarafından feth edilmesi gerektiği”ni duyurmuştu. Neredeyse bütün modern Marxist akımların gönderme yaptıkları, görünüşte gayet açık olan bu ibare, gerçekte çok farklı şekillerde anlamlandırılmıştır. Belli işçi grupları mı veya hatta birey olarak işçiler mi kendilerini özgürleştirecektir yoksa bir bütün olarak sınıf mı kendisini özgürleştirecektir? Bir grup işçi tarafından yapılan her mücadelenin komünist programı yeniden yaratma şansı var mıdır, yoksa sınıf bilincinin gelişmesi daha geniş bir tartışma ve deneyimi mi gerektirir? Konsey komünistleri bizzat “işçilerin kendilerine” bel bağladılar ve komünizmin bütün işyeri mücadelerinde örtük olarak bulunduğunu düşünmeye meyilettiler. Bu inancın bir kaç tane önemli doğal sonucu vardı. Bu onların politik gruplara yönelik eleştirilerinin temelini oluşturdu; --Eğer işçiler komünist eleştiriyi her mücadelede yeniden üretebiliyorsa politik grupların ne gibi bir olumlu rolleri olabilirdi?
Bu onların demokrasiciliklerinin ve özyönetimciliklerinin temelini oluşturdu; --İşçiler doğal olarak komünist olurlarsa bütün ikitdarı işçilere vermek sermayeyi yok etmekle aynı kapıya çıkardı.
Sonuçta bu onların işçiciliklerini desteklemiştir;--Eğer işyeri mücadeleleri doğal olarak komünist ise o zaman diğer herşey bunlara tabii olabilir.
İşçilerin sadece kendi bireysel deneyimleri yoluyla kendiliğinden devrimci haline gelecekleri inancı ile, bu inancın politik olarak aktif (örneğin) konseyci bir azınlık tarafından savunulması ve propagandasının yapılması arasında esaslı bir çelişki vardır. Konseycilerin kavrayışları kendiliğinden bir şekilde ve sadece bir greve yada grev hareketine katılmalarından dolayı değil, Marx ile, Lenin ile, Kautsky’le, Luxemburg’la yüzleşerek, okuma ve politik tartışmaların sonucunda gelişmişti. Kendiliğindenlik ve bilinçli azınlıklar arasındaki gerilim Alman solu için tasfiye ile çözümlenilmeye yönelmiş olan sürekli bir sorunsal oldu. Konseyciler kendilerini gerçekliğin dışında teorize ettiler.
Bilinçliliğin gelişimi istikrarsızdır; O ilk önce azınlıklar arasında gelişir ve bu azınlıklar olumlu bir rol oynar, Pannekoek’in de belirttiği gibi “ netlik kazandırırlar ” . Bu azınlıklar “işçi sınıfının öz-aydınlanma organlarıdırlar”. Ama, onun vurguladığı şekilde, böylesi bir “öz-aydınlanma” basitce bilinçlilikteki bir değişme olabilir mi? Elbette “aydınlanma” taktikler ve eylemle de ilgilidir.Yani maddi partiyi oluşturan (bakınız aşağıda) bu azınlıklar sınıfın en mücadeleci unsurlarının izlemek için uygun bulacakları bir hat tanımlamaları anlamında sınıfa önderlik edebilirler. Bu yolla parti “sınıfın organı”(Bordiga) haline gelir ve komünist azınlıklar ile proletarya kitlesi arasındaki her türlü katı ayrım ortadan kalkar.
Pannekoek’in Parti ve Sınıf’ı
Pannekoek “eski emek hareketi partilerin içinde örgütlenmiştir” dediğinde “parti” kelimesini formel örgütlenmelere gönderme yaparak kullandığı açıktır. O partiyi sınıftan ayırır ve onun sınıfın bir ürünü olarak maddi yada “tarihsel” parti kavrayışı yoktur.
Pannekoek’e göre “kendileri için düşünüp karar vermesi gerekenler işçilerdir”. Fakat işçiler binlerce ayrık işletmede istihdam edilmiş olan bireyler, genellikle bireysel olarak yada en iyi durumda sektörel olarak düşünür, karar verir ve eylerler. İşçiler sadece kendisi için sınıf olarak birleştiklerinde, politik olark birlik içinde olduklarında komünizmi öngören tutarlı bir tavırla kollektif olarak düşünmeye, davranmaya ve karar vermeye başlayabilirler. Normal koşullar altında sahip oldukları tek ortaklık burjuva vatandaşlığıdır.
Pannekoek için, “sınıflar ekonomik çıkarları doğrultusunda oluşmuş gruplaşmalardır”. Peki ama ekonomik çıkarların önemi nedir? Neden belli bir sınıftan söz gelimi köylülerden değil de işçilerden bahsedilmektedir? Yada neden cinsiyet, yaş, ulus, ten veya göz rengi yerine sınıfı seçeriz? Önemli olan komünizm, sınıf mücadelesi, toplumda komünizme doğru bir çözülmeye yol açacak antagonizmalardır. Sınıf kendisini herşeyden önce yabancılaşmış olanların, proletaryanın yabancılaştırıcı güçlere, sermayeye, onun devletine, ücretli emek ilişkilerine, yalıtılmaya ve benzerlerine karşı mücadelesi, yani sınıf mücadelesi yoluyla tanımlar. Ekonomik çıkarlar belirleyicidir fakat tanımlayıcı değildirler; kalkışma noktası mücadeledir, yürürlükteki antagonizmadır. Konseycilik nesnel koşulları, kendinde sınıfı aşırı vurgulama hatasına düşer. Bu başlangıç noktasından yola çıkarak işçiciliğe, demokratikliğe ve kendiliğindenciliğe varır. Bordiga ise, Parti ve Sınıf’ta, öznel koşulu, mücadele içindeki sınıfı, kendisi için sınıf’ı aşırı vurgulayarak bunun karşıtı bir yanılgıya düşer(2). Öznel unsur üzerindeki bu aşırı vurgu, analizindeki idealistçe bir kayma, ve taktiklerdeki politik unsur üzerine aşırı bir vurgu ile sonuçlanır. Sınıfın, kendinde sınıf ve kendisi için sınıfın diyalektik birliği içinde, ekonomik koşullarının onun toplumdaki antagonistik konumunun temeli olarak kavranması gerekir. Üretimin bir unsuru olarak işçinin konumu, sınıf mücadelesi ve komünizm için bir referans noktası olmaz, ama onun kısmi maddi temelini oluşturur.
Pannekoek eski işçi hareketlerindeki hatalı bir bakış açısına işaret eder; “sosyal demokrasinin, yükselişi sırasında, bütün işçi sınıfını tedricen kucaklayabilecekmiş göründü... çünkü marxist teori benzer çıkarların benzer bakışaçılarını doğuracağını deklare etmişti”. Pannekoek’in eleştirdiği anlayış gerçektende yanlıştı. Bu bütün sınıfa, kendinde sınıftan (Pannekoek’e göre ekonomik çıkarlarla tanımlanan) kendisi için sınıfa gelişyormuş gibi bakıyor ve bunu gerçekte yapmadan önce formel olarak yapıyordu, yani önce örgütsel birlik, ardından da devrimci mücadelede birlik geliyordu. Gerçekte, ekonomik çıkarları komünizmde yatsada kimi kesimler, sonuna kadar karşı-devrimci kalacaktır. Pannekoek komünizme yönelen hareketin kaynağını işçi sınıfında görürken haklıydı. Ne varki o, tamamen bir saçmalık olan, bütün işçilerin – ya da bütün kol işçilerinin- en messe (bütünüyle) sosyalist olacağı şeklindeki mekanik idealine her şeye rağmen bağlı kalır. Pannekoek, bu çıkış noktası üzerinde temellenen hatalı stratejiyi eleştirir, fakat yanlış çıkış noktasının kendisini eleştirmeden bırakır. Onunda söylediği gibi toplum, gerçektende “çatışma ve çelişkiler” ile ilerler, ve bu nedenledir ki devrimci mücadeleler bütün işçiler komünist olmadan ortaya çıkar. Pannekoek burada gerçeklikle çelişkileri olan, demokratik, sosyolojik ve işçici bir bakış açısını savunur.
Pannekoek mevcut partilerin kendilerini sınıfın yerine ikame etmek istediklerini, ve aslında işçileri yönetmek istediklerini (Bordiganın karşı çıktığı bir şey) farzeder. Fakat Pannekoek “bügünkilerden ... bütünüyle farklı” olan politik gruplaşmalar olması olasılığını ayırır. O doğru olarak hem devrim sırasında hemde sonrasında, burjuvaziyi yenmek ve (formel parti ile yada onsuz) zaferi temin etmek için gerekli olan, sınıf eylemini vurgular. Dahası o, bilinçliliğin gelişmesinin bir yolu olarak kitle müdahelesinin gerekliliğinden bahseder. Burada o, Marx’ın Alman İdeolojisi’nde savunduklarını yansıtır:
“Hem komünist bilincin kitlesel ölçekte üretilmesi için, hem de davanın kendisinin başarısı için, sadece pratik bir hareketle, bir devrimle gerçekleşebilcek bir dönüşüm, insanın kitlesel olarak dönüşümü gereklidir; Bu yüzden bu devrim, sadece egemen sınıf başka bir şekilde alaşağı edilemeyeceği için değil, aynı zamanda onu alaşağı eden sınıf, çağların pisliğinden arınmayı ve yeni bir toplum kurmaya uygun hale gelmeyi ancak bir devrim yoluyla başarabileceği için gereklidir.
Öz-Yönetim
“İşletmelerin öz-yönetimi”(Pannekoek) talebi konsey komünizminin genel bir öğesidir. Alman solu’nun demokratik işçiciliğinin bu ürünü, onun en zayıf noktalarından biridir. Konsey komünistleri hedeflerini, işçilerin fabrikalara el koyup bunları kendi başlarına işletmeleri olarak görürler. Bu da, toplumun bütünsel bir dönüşümü yerine yönetimde [managment] değişiklikler beklenen, devrime yönelik miyop bir bakışla sonuçlanır.
İşyerlerinin onlara dahil olan işçilerce yönetilmesi olarak, öz-yönetim, sadece işletmenin sahipliğini ve yönetimini değiştirir. Farklı işletmelerin piyasa mekanizmaları içinde tek bir toplumsal sermayenin unsuru olarak işlediği kapitalist toplumda, çok ortaklı ya da özel mülke ait olmaları veya devlet veya çalışanlarınca yönetilmeleri bir şeyi değiştirmez. Aynı şekilde, işletmelerin hiyerarşik yada demokratik bir şekilde yönetiliyor oluşu, onları kapitalist toplumun bir unsuru yapan özelliklerini değiştirmez. Öz-yönetim, proletaryanın kendi sömürüsünün öz-yönetimine indirgenir. Daha kötüsü, bir dereceye kadar, kar getirmeyen başarısız şirketlere, kapanmayı ve kendi işsizliklerini engellemeye çalışan işçilerce getirilen öz-yönetim, çoğu zaman normal bir işletmedekinden çok daha yoğun bir sömürüye yol açar. İşçiler işletmenin çalışabilmesini sağlayabilmek için daha az paraya daha çok çalışmayı (piyasanın da baskısı altında) “özgürce seçerler”. Bu nedenle öz-yönetim kapitalist kriz yönetiminin bir silahı gibi çalışır. Öz-yönetimli işletmelerin kapitalist doğası, sadece teorik olarak gösterilmemiş, aynı zamanda, öz-yönetimin kapitalist gruplarca da sahiplenilmesi gerçeğindede ortaya çıkmıştır. (3)
Öz-yönetimin sorunluluğu, Bordiga tarafından 1920’de, devletçi bir bakış açısından da olsa, kavranmıştı. “Fabrika,-komünist olmayan ve çok zayıf olan, tek başlarına o işletmedeki işçiler tarafından değil- sadece işçi sınıfı bir bütün olarak politik iktidarı ele geçirdiğinde işçilerce fethedilecektir. Böyle yapılmadığında kraliyet birlikleri, jandarma v.b. –burjuvazinin emrindeki baskı ve zor mekanizması, onun politik iktidar aygıtı- bütün ilizyonların ortadan kalkmasını sağlayacaktır”(4)
Öz-yönetim perspektifinin pratik sonucu 1968’de Fransa’da görülmüştü. İşgaller hareketi, devrimciler tarafından toplumsal alanlara (ama kollektif üniversitelere değil) dönüştürülen üniversitelerde başladı. Hareketin iki katılımcısınında belirttiği gibi;
“ Gelişme, işgal edilmiş üniversitelerin içindeki popülasyonun kesimlerinin genel asambleleri şekillendikçe sürdü. İşgalciler kendi eylemlerini örgütlediler.
Ne varki, üniversiteleri ‘toplumsallaştıranlar’ fabrikaları üretimin TOPLUMSAL araçları olarak görmediler; bu fabrikaların onlarda çalışan işçiler tarafından değil nesiller boyu çalışan insanlarca yaratıldığını anlamadılar.”(5)
Bu perspektifte olanlar işçileri ‘desteklediler’, ama kendi eylemlerinin işçilerinkinin yerine ikame etmesinden endişendiler. Bu nedenlede işçilerin kendilerini yaltılmış bir halde, fabrika fabrika özgürleştirebileceklerine inandılar:
“Kendilerine fabrikaları ele geçirmenin ‘işçilerin görevi’ olduğunu söylediklerinde, anarşistlerin korktukları ‘temsiliyetin’ zıddı olsada, yine de bir ‘temsiliyet’ gerçekleşmiş oldu. Militanlar, işçilerin kendi eylemleri olarak yapmaya gönülü oldukları tek ‘eylem’ olan, işçi bürokrasisinin eylemsizliğini (yada büroratik eylemi) temsil ettiler”(6)
“Mayısın 21inde, yani işgalin ikinci gününde, eylem komitesi militanları fabrikanın bütün kapılarının kapalı buldular, ve sendika delegeleri girişleri ‘provokatörlere’ karşı savundu.”(7)
1984-85’teki Birleşik Krallık madenciler grevi, işletmeler ve sınıf mücadelesi konusunu ken teorik hem pratik olarak yeniden su yüzüne çıkardı. Wildcat’inde belirttiği gibi:
“Sadece bir işyeri mücadelesi olarak kaldığı sürece, her işyeri mücadelesi korporatizm tuzağına düşebilir. ... Madenciler grevi sırasında yükseliş noktaları, belli bir bölgedeki bütün işçi sınıfının tümünün katılımının gerçekleştiği - maden köylerinin polise karşı savunulması gibi- anlardı. “Bölge” işyerlerini de içerir ve bazen onları bölmek, ele geçrimek ve/veya yıkmak stratejik olarak çok önemlidir. Örneğin işyeri işgalleri -yayın ve iletişim gibi kaynakların yeniden bölüştürülmesi, çalışma alanında depolanmış gerekli ürünlerin dağımının sağlanması, normalde orada çalışmayan diğer proleterleri o alana çağırılması gibi yollarla- işyerinin toplumdan ayrı bir “işletme” olma işlevini çözmesi açısından önemli bir fırsattır...”.(8)
Sınıf mücadelesinin gerçek yükseliş anları, işçilerin işletmelerin sınırlarından çıkarak toplumsal zeminde mücadele ettiğinde oluşur. 1871 Paris Komünü, 1921 Kronstadt bunun örnekleridirler. Bu durum fabrikaların içine girmeye çalışan çeşitli solcuların eylemlilikleri ile tam bir çelişki oluşturur.
Sendikalar, Fabrika Örgütler ve Sovyetler
3.Enternasyonel, işçi hareketinin parti, sendika ve kooperatif ayrışmasından, “her yerde yaklaşıyor olduğumuz” bir, parti, sovyet ve sendika ayrışmasına doğru geliştiğini öne sürmüştü. Aslında gerçek hareket en gelişkin olduğu Rusya ve Almanya’da farklı bir şekilde gelişti. Hareketin gerçek biçimi, bir parti, sovyetler ve fabrika örgütleri ayrışmasıydı. Fabrika örgütleri Rusya’da fabrika komiteleri, İtalya’da fabrika konseyleri, ve Almanya’da Betriebsraete ve sonrasında Unionen şeklini aldı. Bir yandaki fabrika örgütleri ile diğer yandaki işçi konseyleri arasındaki ayrım, hem teorik hem pratik anlamda zaman zaman belirsizleşmiş, fakat en açık şekilde Bordiga’nın Gramsci’ye karşı giriştiği polemikte vurgulanmıştı. Gramsci kendisini, bir sovyet hareketinin başlangıcı olarak gördüğü Turin’deki fabrika konseyi hareketinin desteğine verdi. Bordiga, belli işletmeler üzerinde şekillenen fabrika konseyleri ile bütün proleterleri bölgesel olarak bir araya getiren işçi konseyleri arasındaki ayrıma işaret etti. O, bütün toplumu dönüştüremeyeceği için, fabrika örgütlerinin, sovyetlerinki ile aynı radikal rolü oynayamayacağını doğru bir şekilde görmüştü. Bordiga fabrika örgütlerinin sendilarla paylaştığı, iş koluna göre bölünme ve işçicilik gibi kimi zayıflıklarını görmüş ama sonuç olarak onları, özünde yeni tür sendika olarak reddetme hatasına düşmüştü. Bu reddediş fabrika konseylerinin sadece sendika üyelerini delege olarak seçme hakkı olduğu İtalya koşullarında daha anlaşılabilirdir. Fabrika örgütlerindeki komünistlerin işçileri sendikalardan ayrılmaya çağırdığı Almanya’da, böyle bir reddediş daha zor olurdu.
Gramsci gibi konsey komünistleri, fabrika örgütleri ile işçi konseylerini birbirine karıştırmaya eğilimli oldular. Aslında onlar, en kötü uç olarak, fabrika dışındaki proletaryanın varlığını inkar eden, aşırı bir tür işçiciliği benimsediler. “Bugünün işçisi sadece fabrikanın içinde gerçek bir proleterdir. Fabrika dışında o, bir küçük burjuvadır.”(9)... . Diğer yandan 1. dünya savaşı sonrası Britanya’daki devrimci hareket, kısmende devrimcileri işyerinin dışına iten artan işsizlik sonucu, toplumsal sovyetler çağrısında bulundu. Burada ev kadınları gibi işletmelerin dışında olan proleterleri de birleşitirecek olan bir sovyet sistemi öneren Silviya Pankhurst’un tavrından etkilenilmiş olunabilir(10). Bu, sovyetlere dair yaygın kafa karşıklığına karşı onların sadece işçi değil toplumsal ve proleter örgütleri olarak yapılmış önemli bir tanımını temsil eder.
Sınıf Bileşimi
Sovyet ve fabrika örgütlerinin ortaya çıkışı, sermaye hareketinin uzmanlaşmış fabrika işçisine dayandığı bir dönemin sonuna ve kitle işçisine dayandığı bir dönemin başına rastladı(11). Fabrika örgütleri sınıfın belli bu kesimini, yani uzmanlaşmış işçiyi temsil etmeye yöneldi.Köklerini Rus köylü komününde bulan sovyetler yada işçi konseyleri ise proleterleri bölgesel olarak bir araya getirdi(12). Bunlar sadece işçilerin değil, potansiyel olarak, (kimi durumlarda) askerler, kadınlar ve öğrenciler gibi kısmen işyerinin dışına itilmiş osada hala mücadeleye dahil olan, bütün sınıfın öz-örgütlenmeleriydiler.
Fabrika örgütleri en iyi olasılıkla işçilerin kavga örgütleri oldular; 1.D.S. sırasında devlete entegre olmuş olan ve gittikçe tutuculaşan sendikalara karşı savaştılar. Kendinde sınıftan kendisi için sınıfa geçişin ifades oldular. Sovyetler, en azından potansiyel olarak, bütün sınıfın kavga örgütleri oldular ve burjuva devletinin yerini alabilecek bir güç/iktidar biçimlendirdiler. Böylece onlar, kendisi için sınıftan proletaryanın kendisini ortadan kaldırmasına, komünist topluma geçişin ifadesi oldular.
Bordiga’nın fabrika örgütlerinin yetersizliğini gösteren eleştirisi doğruydu. Onlar ekonomik olandan yola çıkarak bütünlüğe işaret edemez, yada bütün sınıfın örgütü olamazlar. Fakat bu doğru eleştiriyi yaptıktan sonra Bordiga, onları reddeder ve sendikalar karşısındaki olumlu yönlerini görmeyi başaramaz. Onların güçlü yanları arasında; pazarlığı reddetmeleri(Unionen’ler), farklı işkolları arasındaki bariyerleri yıkmaları, gerici sendika liderliğinin ve bürokrasisinin kuyusunu kazmaları ve, devrimci ve savaşçı işçileri radikal bir programı olan bir örgütte birleştirmeleri vardır. Her ne kadar toplumsal dönüşüm fabrika kapılarının içinde kalamazsada, sömürü zeminindeki mücadele yinede proletaryanın altüst edici gücü açısından merkezi bir konumdadır. Fabrika örgütleri radikal işçilerce devrimci bir durumda kurulmuşlardı, ve yıllarca süren barışçıl ve kopuk eylemler sonunda sermayeye eklemlenmiş olan sendikalar karşısında radikal bir kopuşu ifade ediyorlardı.
Almanya’da İşçi Konseyleri yada Rate, konseyleri etkisizleştirip Weimar Cumhuriyeti için yolu hazırlayan karşı devrimin partisi Sosyal Demokratlar tarafından ele geçirilmişti. Bu durumda fabrika örgütleri devrimci muhalefet için bir zemin sağlamış oldu. Burada tarihin bir ironisi vardır. Konsey komünisti kanat, işçi konseyleri devrimi yapmakta başarısız olunca ortaya çıktı ve konsey komünistleri tipik bir şekilde fabrika örgütlerinde örgütlendiler. Bu durum, fabrika örgütleri ile işçi örgütlerinin konsey komünizminde birbirine karıştırılmasını açıklayabilir.
Sovyetlerin oluşması hiçbir şekilde devrimin başarısını garantilemez. Sovyetlerin sadece ekonomik değil toplumsal alanda etkin olmaları gerçeği, onların politik akımların manipülasyonuna fabrika örgütlerinden daha açık bir hedef haline gelebileceği anlamına gelebilir (yinede diğeride böyle bir manipülasyona karşı bağışık olmaktan çok uzaktır). Rusya ve Almanya’da proletarya, büyük ihtimalle hiç bir örgütlenme biçimi tek başına yeterli olmadığında, iki tür örgütlenmeyide (partilerle birlikte) kurmuştu. Rus ve Alman devrimlerinde ortaya çıkan, Sovyet/fabrika örgütü kutuplaşması, sınıf mücadelelesinin kimi süreçlerinde birbirinin yerini almaya yönelmiştir. Bu durum söz gelimi İspnaya’da 1976-78 döneminde olduğu gibi, kitle meclislerince örgütlenmiş kimi mücadele örneklerinde görülebilir. Bu tarz bir çatışmanın bir örneği, 1985-87 arasında kuzey İspanya Gijon’daki liman işçilerinin mücadelesidir. Mücadele kullanılmayan bir sinemada toplanan bir meclis tarafından örgütlenmişti. Liman işçisi, madenci, teknik öğrenci yada başka bir proleter olmasına bakılmaksızın mücadeleye katılan herkes meclisede katılmıştı. Bu nedenle meclis sadece bir işyeri mücadelesi olmanın ötesine geçip, bütün savaşçı proleterleri toplumsal alandaki zorlu bir mücadele içinde örgütledi.
Bordiga
Bordiga İtalyan Sosyalist Partisi’nin solunun önde gelen bir üyesi ve bir süre içinde İtalyan Komünist Partisi’nin lideriydi. 2.D.S.’den sonra ve 1970’deki ölümüne kadar, önce Enternasyonalist Komünist Partisi ve ardındanda Enternasyonel Komünist Parti ile yakınlığını korudu (13). Çalışması bir bireyin ürünü olmaktan çok 1.D.S. sonrası İtalyan devrimci harekerini yansıtması açısından önemlidir.
Parti ve Sınıf’ı yazdığı sırada Bordiga Bolşevikleri ve Üçüncü Enternasyonel’i gerçek komünist partiler olarak görüyordu. Daha sonraları bir “seçkinler grubunun” dayattığı mekanik birliğe karşı, bütün üyelerin aktif katılımını savunarak Bolşevizasyon politikasına karşı çıkacaktı. “Partinin biri teorik çalışmaya diğeri eyleme yönelecek şekilde bölünebileceğini düşünmek ölümcül bir hata olur; böylesi bir ayrım partinin gövdesi için olduğu kadar her bir militan içinde yıkıcı olacaktır” (14). Bundan sonrada Lenin’e karşı eleştirel tavrını sürdürdü. Ne varki ICP(Enternasyonalist Komünist Parti)’yi mevcut formel parti, devrimci bir sınıf olarak proletaryanın ruhu gibi görerek, hayatı boyunca Bolşevik bir konumun kimi unsurlarını taşıdı.
Fakat Bolşevikler aslında sosyal demokratik hareketin solunun bir parçasıydı ve sadece İkinci Enternasyonel’in çoğunluğunun desteklediği iktidara demokratik yollardan gelme anlayışının Çarlık Rusya’sında mümkün olmaması nedeni ile devrimci bir tutum almışlardı. Bolşevikler Rus Monarşisi’ne karşı devrimciydiler fakat İkinci Enternasyonel’in örgütsel ve ekonomik programını, yani kapitalist programı, devam ettirdiler. Ekim devriminin ardından hızla, önce Rus kitlelerine karşı, ardından da komünist partilerdeki devrimci unsurlarda dahil olmak üzere enternasyonel olarak proletaryaya karşı, karşı-devrimci bir tavır aldılar. Aalında o her ne kadar kendisini Lenin ile uyum içinde görmüş olsada, Bordga’nın yaklaşımı Bolşeviklerinkinden çok daha yıkıcı [ana metinde subversive] olmuştur. Onun parti ile ilgili fikirleri saf ikameci bir duruşla karıştılrılmamalıdır.
Bordiga için, parti herşeyden önce sınıfın hepsi değil bir parçası yani bir azınlıktır. Daha sonraları o, partinin basitçe sınıfın bir parçası yani temsilcisi değil bir organı olduğunu vurgulamıştır:
“Partinin doğası konusunda ise, bizler onun işçi sınıfının bir ‘organ’ı olduğunu savunuyoruz. Partinin bir ‘organ’[ingilizce metinde geçen organ kelimesini aynen aldık] değil de bir ‘parça’ olduğunu savunmak partiyi ve sınıfı istatistiksel olarak tanımlama endişesinin göstergesi ve oportunist bir sapmanın semptomudur. Partinin ve sınıfın istatistiksel tanımlanışı, her zaman oportunist işçiciliğin bir özelliği olmuştur.” (15)
Bordiga, sınıfı salt istatistiksel bir gerçek olarak değil, bir hareket olarak görmüştür. Bu konuda o, kapitalin üçüncü cildinde “bir sınıfı ne oluşturur?” diye sorarak, cevabın bir kriteri olarak “gelirlerin ve gelir kaynaklarının tanımlanması”nı reddeden Marx’ın yaklaşımını izlemişti. “Emekçileri olduğu kadar kapitalistleri ve toprak ağalarını da bölen toplumsal emeğin bölüşümü yoluyla çıkarların ve katmanların sayısız parçalanmışlığı” bu durumda sınırsız sayıda sınıfın varlığını gerektirecekti.Sınıflar sosyolojik kategoriler olmaktan çok, birbirlerine karşı birleşmiş dinamik yapılardır. Parti ve Sınıf’ın merkezi bir pasajında Bordiga şöyle yazar:
“(Tıpkı eski metafizik yöntem gibi) toplumun verili bir andaki anlık görüntüsünün fotoğrafını çekip ardından, bireylerin içlerinde sınıflandırılması gereken farklı kategorilerine ayırmak için onu incelemek yerine, diyalektik yöntem, tarihi, art arda gelen sahneler şeklinde açılan bir film şeridi gibi görür; sınıf bu hareketin çarpıcı yüzlerinde aranmalı ve seçilmelidir. İlk yöntemi kullanırken, ayrımlarımızı yeniden gözden geçirip, iki, hatta üç yada dört bile değil, sayısız derecelendirmeleri ve belirlenemeyen geçişlilik kesimleri ile bölünmüş olan on, yüz hatta bin sınıf olduğu konusunda bizi ihtar edecek olan, (elbette varlarsa dar görüşlü insanlar olan)saf istatistikçi ve demografların binlerce itirazına hedef olurduk. İkinci yöntem ile ise, sınıfı, tarihsel trajedinin oyuncusunu belirtmek ve, onun eylemlerini, hedeflerini ve niteliğini tanımlamak için, tamamen farklı olan bir yığın değişen gerçek arasında apaçık şekilde monoton olan görünümler içinde betonlaşmış hale gelen bir kriterden yararlanırız; bu aradada istatistiklerin miskin fotoğrafçısı bunları sadece bir dizi soğuk, ölü veri olarak kaydeder. Bu yüzdendir ki, örneğin, XIV. Lui döneminde Paris’te kaç tüccar olduğunu, yada Onsekizinci yüzyıldaki İngiliz toprak ağalarının sayısını, veya, Ondokuzuncu yüzyılda Belçika yapımevi sanayiindeki işçi sayısını bilmek, bir sınıfın var olduğunu ve hareket ettiğini belirtmek için yeterli değildir. Bunun yerine, bizler, mantıksal sorgulamalarımızda bütün bir tarihsel döneme bağlı kalmalıyız; Her zaman üretim şekli ve bunun gelişmesi tarafından belli bir konuma sokulmuş bir insanlar tabakasının çıkarlarına bağlı kalarak, yülseliş ve inişleri, hata ve başarıları arasından yolunu arayacak olan, toplumsal ve bu nedenlede politik bir hareket inşa etmeliyiz.”
Bordiga’ya göre bilinçlilik ilkin küçük işçi grupları arasında ortaya çıkar. Kitleler eyleme geçtiklerinde bu küçük gruplar diğerlerini yönlendirir[lead]. Maddi parti’de, bu küçük öncü grupların, radikal azınlıkların toplamı olur. Bir sınıfı belirleyen hareket, bir partiyide gerektirir. Fakat bu parti, formel olarak değil, maddi olarak var olabilir. Yani sınıfın politik hareketi, üyelik kartları, tüzükleri, içsel bir bülteniyle Parti adındaki bir formel örgütte toplanmak zorunda değildir. Parti daha yaygın bir hareket şeklinde, belkide hepsi (yada hiçbiri) parti olarak adlandırılan birçok gruptan oluşabilir. Yada böyle grupların fraksiyonlarından, veya hiçbir grubun üyesi olmayan bireyler arasındaki enformel bağlantılardan oluşabilir. Bordiga’nın parti anlayışının bu yönü daha sonra, İtalyan sol gruplarının örgütsel fetişizmine karşı, Camatte tarafından geliştirilmiştir. Şurası açık ki bu yaklaşım, sosyalist bilincin işçilere sadece “dışarıdan”, “burjuva entelijansiyası”(16) tarafından getirilebileceğini savunan Kautsky ve Lenin’inkinden çok uzaktır.
Bordiga, “İkinci Enternasyonel’in sosyal demokratik partilerinin çöküşünün hiçbir şekilde proleter partilerinin çöküşünün sonucu değil ama, denebilir ki, parti olmayı bıraktıkları için parti olduklarını unutan organizmaların başarısızlığının sonucu..” olduğunu öne sürdü. Yani formel parti maddi parti olmayı bırakmıştı. Bu durum komünist partilerin yozlaşması ile birlikte yeniden gerçekleşecekti.
Bir çok durumda, radikal azınlıkların üyeleri tamamen aynı örgütlerde toplanmaz. Doğrusu, Rus devrimini takip eden dönemde, farklı azınlık gruplar formel bir partiye bağlanmaya meylettiler. Üçüncü Enternasyonel’in “her ülkede bir komünist parti olmalıdır” buyruğu, bu eğilimin ifadesi olmuştur. Bununla birlikte Rus devriminin yozlaşması ve Batı Avrupa’daki karşı-devrimin zaferini takiben, bu bağlaşma yönelimi başarısız olmuştur. Rus partisi, Enternasyonel’in çeşitli ulusal seksiyonlarındaki sağ-kanatları gittikçe daha çok destekledi ve özelliklede Sosyal Demokratik partilerle müttefiklik yoluyla, kapitalist güçlerle uzlaşmaya girdi. Bunun üzerine, kimi zaman üyelerin çoğunluğunu barındıran, partilerin solları, sol komünist gruplar oluşturmak üzere KP’lerden ayrıldılar. Komünist partiler devrimci gruplaşmalar olmayı bırakıp, Stalinist, kapitalist partilere dönüştüler. Maddi partinin sınıf hareketi ile diyalektik bir bağı vardır, ve bir kitle hareketinin dışındaki bir kitle örgütü olarak varolmaya devam edemez. Hareket sönümlendikçe formel partiler yozlaşır, ve radikal azınlıklar fraksiyonlar yada ayrı örgütler olarak yeniden birleşmek zorunda kalırlar. Bir bakıma, Bordiga bu konuda Pannekoek’e yakındır:
“Proletaryanın örgütü –onun en önemli güç kaynağı- bu günki örgüt biçimleriyle karıştırlmamalıdır... Bu örgütün doğası –proletaryanın kavrayışının bütünsel dönüşümünden aşağı olmayan- ruhsal birşeydir. (17)
İkiside belli noktalarda Marx’ın düşüncelerini yansıtır: “Paris’teki Halkın Dostları ve birçok diğer örgüt gibi Liga’da, modern toplumun bağrında her yerde kendiliğinden gelişen partinin tarihinde sadece birer kesitti... Ben ‘parti’ teriminden, büyük tarihsel anlamdaki partiyi anlıyorum.”(18)
Bordigada partinin gelişimini “sınıfın eylemi sonucunda dinamik olarak ortaya çıkan”, [bir şey] olarak tanımlamıştır. O, bir kere oluştuğunda, sınıfın devrimci bilincini ve iradesini birleştirerek yönlendirir. Bundan sonra parti, diğer örgütleri yalnız bir iletim kayışı gibi kullanarak sınıfa öncülük eder. Bu çıkarımlar dizisi ilerletildiğinde, partinin, sınıfla ilişkisinin, dinamik bir ürünü olarak düşünülüşünden çıkılıp, onun, sınıfın özü, hakimi olduğu düşünülmesine tek sözle Bolşevizme varılır. Çıkarsamanın kökünde eksik olan sınıf ve partinin diyalektik birlikteliği, sonunda basit bir emir komuta zincirine ve hiyerarşiye yol açar. Şüphesiz, bir ayaklanmanın örgütlenmesi gibi kimi konularda merkezi disiplinli bir örgüt gerekli bir unsurdur (19). Ne var ki Bordiga, merkezileşmiş biçimi partinin genel biçimi olarak sunmakta çok ileri gider. Maddi parti sınıfın bir ürünüdür, ve sadece bu şekilde baki kalabilir. Parti ile proletarya arasındaki iki yönlü etkileşimin yerini partinin monoloğuna bırakarak kırılması, partinin yozlaşmasına işarettir.
İşçi Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü
Bordiga sınıfın çıkarlarının, tek bir kesimin yada işkolununkilerle aynı olmadığına işaret eder. Bu nedenle, sınıfın çıkarları, sadece bütün kategorilerden gelen bütün radikal azınlıkların bir birliğince ifade edilebilecektir. Bu birlikte partidir. Parti sınıfın bütün eğilimlerini, farklı kategorileri gruplaştırarak hem toplumsal alanda, hemde farklı yerellikleri gruplaştırarak, coğrafi olarak birleştirir.
Ne var ki Bordiga, bu birliğin nasıl oluşabileceği konusunda detaya girmez. Aslında sınıfın, bir sınıf ve bir parti olarak şekillenmesi, ücret, meslek, iş yada işsizlik, emeğin cinsel bölüşümü, “ırk” ve benzeri gibi konular temelinde proleterlerin farklı kesimleri arasında, uyumsuzluklar, çelişkiler ve çatışmalar ile içi içe gelişir. Sınıfın politik yeniden birleşmesi ile ilgili bu karmaşık fakat yaşamsal problemler otonomist Marxist çevrenin temel bir odağı olagelmiştir. Proletaryanın kesimlerinin kendi çıkarları için yaptığı mücadelelerin farklı yolları, sınıfın bütünü içindeki deneyimlerin aktarılması ve ihtiyaçları için yaptıkları mücadeleler, sermayeyi olduğu kadar, “devrimci teori”nin kurumlaşmış doğrularını da sürekli olarak sınar. Çeşitli “otonomist” çevrelerin katkıları önemli, fakat “ortodoksi”ye karşı çıkma arzusu sınıf alanını tamamen terketme riskini de taşıdığı için, aynı zamanda sorunludur da (20). Ne olursa olsun, sınıf birliği, istatistiksel bir temsil sorunu değildir, ve sadece, mücadelenin bir sonucu olabilir.
Eğer sadece sınıfın bir azınlığı konumunun, çıkarlarının ve devrimci amacının bilincinde ve buna ulaşma iradesini göstermekte ise, o zaman sınıfın çoğunluğu bu özellikleri göstermemektedir. İktidarı[power-güç olarak da okunabilir] sınıfın çoğunluğunun ellerine bırakan demokratik bakış açısı, iktidarı sınıf bilinci olmayanların yada devrimci iradesi olmayanların eline bırakacaktır. Ama Marx’ın da Alman İdeolojisi’nde öne sürdüğü gibi, “egemen sınıfın düşünceleri her dönem için egemen düşüncelerdir”, ve
“egemen fikirler egemen olan maddi ilişkilerin, fikirler olarak kavranan maddi ilişkilerin, ideal ifadesinden başka birşey değildir; bir sınıfı egemen hale getiren ilişkiler, bu nedenle onun egemenliğinin fikirlerini de sağlar.”
Bunun için demokratik bir iktidar, demokratik bir işçi iktidarı bile olsa, iktidarı sermayenin ellerine bırakır. Komünizm işçi iktidarını ve işçi demokrasisini reddeder ve sadece kendi sınıf hareketini destekler. Komünist azınlıklar, yani maddi parti, uzlaşmaz bir şekilde komünizmi gerçekleştirmek için savaşır.
Bordiga iç parti disiplinin yozlaşmanın aşısı olabileceğini öne sürmüştür. Bu yaklaşım Bolşevik partisinin ve İtalyan Komünist Partisi’nin yozlaşmasında gösterilmiş olduğu gibi, çok hatalıydı. Bu hata, “devrim bir örgütlenme biçimi değildir” diyen Bordiga’dan gelince şaşırtıcıdır. Aslında yozlaşmaya karşı hiçbir garanti yoktur. Eğer devrim yenilirse, ardından kitle örgütleride(parti, konsey, fabrika örgütleri) sermaye ile uyumlulaşmadan sonuçta sermaye tarafından içselleştirilmeden, onunla birlikte sonsuza kadar yanyana varolamazlar. Bu durumda formel bir parti için seçenek ihanet, önemsiz bir sekt haline gelmek yada dağılmaktır. Hiçbir düzeydeki iç disiplin bunu engelleyemez. Disiplinli merkezi bir partinin kurulması, partinin karşı-devrime sapmasını önlemek bir yana aslında sadece karşı-devrime disiplinli merkezi bir parti kazandırmış olur.
Bordiga ekonomik örgütlere duyulan sendikalist (ve konseyist) inancı demokratik olmakla suçlamıştır. O ayrıca, ekonominin desantralizasyonunun burjuva (çünkü ayrık işletmeler açık ve net bir şekilde kapitalist bir formdur) olduğuna da işaret etmiştir. İşçilerin sendikalarda örgütlenmesi hem demokratik hem de faşist burjuvazi tarafından, hem teoride hem de pratikte kabul edilmiş bir şeydir.
Ekonomik mücadele üzerindeki aşırı vurguya karşı Bordiga, bunun yerine devrimin politik eylemine, burjuva devletinin yıkılıp yerini bir devlet biçimi olarak tanımladığı proletarya diktatörlüğüne bırakmasına vurgu yapar. Fakat komünizmin hem pratik hem teorik olan bir politika eleştirisi vardır. Marx:
“Bir ulusun politik anlayışı ne kadar gelişir ve kapsamı ne kadar artarsa, proletaryada enerjisini –en azından hareketin başlangıç aşamasında- kana boğulacak olan anlamsız, beyhude isyanlarla heba eder. O politik olarak düşündüğü için, belli bir tür devlet şeklinin istencini bütün kötülüklerin ve baskının kaynağı, ve bu belli bir devlet şeklinin yıkımını da evrensel çözüm olarak değerlendirir. İspatı: Fransız proletaryasının ilk kalkışmaları. Lyon’daki işçiler hedeflerinin tamamen politik olduğunu farz ederek, aslında sosyalizminin askerleri oldukları halde kendilerini, cumhuriyetin askerleri olarak gördüler. Politik anlayışlarının toplumsal sefaletlerinin temellerini bulanıklaştırması, gerçek hedeflerine yönelik sezgileri yalanlandı, politik anlayışları toplumsal içgüdülerini aldattı”. (21)
Politikanın komünist eleştirisinin kendisi de proletaryanın gerçek durumundan türer:
“İşçilerin kendisinden yalıtılmış oldukları komünitenin gerçekliği ve ufku, politik komüniteninkinden oldukça farklıdır... Onun kendi emeğinin işçiyi ayırdığı komünite yaşamın kendisi, fiziksel ve ruhsal yaşam, insan ahlakı, insan eyelmi, insan neşesi, insan doğasıdır.”(22)
Sendikaların yeterli bir eleştirisini geliştirmeyi başaramayışı örneğinde olduğu gibi, süregiden sınıf mücadelelerine ve sonuçlarına karşı Bordiga’nın ilgisizliğinin nedeni tam da politik olan üzerine yaptığı aşırı vurgudur. Bordiga devrimi ilkin devlet gücünün burjuvaziden partiye geçmesi olarak gördü. Her türlü gerçek dönüşüm sadece bundan sonra başlayabilecekti. Buna karşıt olarak, Alman-Hollanda solu devlet sorununa kayıtsız kalarak fabrika içinde patronlardan işçilere geçecek olan bir güç değişimini sağlamaya çalıştı. İki komünist solda resmin sadece bir yarısını gördü. Ne devlet iktidarı ne de işçi kontrolü toplumsal dönüşüm için gerçek birer zemindir. Devrim, devlete karşı merkezileşmiş politik saldırının her ne kadar belirleyicide olsa sadece bir eylem olduğu bir yabancılaşmadan kurtulmadır, toplumun komünizasyonu, sınıf mücadelesinin toplumun yeniden oluşturulması yolunda gelişmesidir. Proletarya devletin yöneticisi (“proletarya diktatörlüğünün” devletçi bir yorumunu redderek) olmayı hedeflemediği gibi işletmelerin de yöneticisi (öz-yönetimi reddederek) olmayı hedeflemez fakat o, kendi varoluş koşullarını ve böylecede bir sınıf olarak kendisini ortadan kaldırır.
Sınıf Üzerine Marx
Burada sunulan metinlerinde İtayan ve Alman solları Marx ın analiz ettiği proletaryaya diyalektik bakışın sadece bir yanını kavramış görünüyor: “Sermayenin bileşimi bu kitle için ortak bir durum, ortak çıkarlar yaratmıştır. Bu yüzden bu sınıf henüz kendisi için değil ama, şimdiden sermayeye karşı bir sınıftır.”(23) Ortak çıkarlarla tanımlanan sınıf, bir nesne, sermayenin bir faktörü olarak, ama aynı zamanda sermayeden ayrı ve ona karşı çıkarlarla var olur. Demek ki, proletarya özel olarak burjuvaziye değil, (potansiyel olarak) sermayeye karşıdır. Bu aslında (yerel) bir burjuvazi olmadan, sermayesi olan bir toplum olan Sovyetler Birliği’nin analizinde önemliydi. Bordiga’nın belirttiği gibi, “bizler kapitalist ile değil, sermayenin aşırı gelişmiş biçimi ile ilgileniyoruz. Bu yönelimde belli insanlara ihtiyaç yoktur.”(24) Marx devam eder: “ Sadece birkaç ibareyle değindiğimiz mücadelede bu kitle birleşir ve kendisini kendisi için sınıf olarak kurar.” Proletarya sadece sınıf mücadelesi içinde kendisini bir özne olarak, tarihsel bir aktör olarak kurar, o sadece bundan sonra gerçekten de toplumsal gelişmenin bir etkeni olarak var olur. Kendinde sınıf ve kendisi için sınıf arasındaki ayrım İtalyan otonomistlerinin emek gücü(üretimin faktörü) ve çalışan sınıf(politik bileşim) analizleri ile benzeşir. Fransız “aşırı solu” da emekçi sınıfı (bu sefer sermayenin bir faktörü olarak) ve proletarya (devrimci özne olarak) arasında benzer bir ayrım yapmıştı. Bu farklı terminolojiler elbette birbiri ile bağdaşmaz, fakat yinede bütün hepsinde proletaryanın gerçek eğilimi fark edilmişdir.
Sınıf nesnel olarak, yaşamsal ihtiyaçlarını elde etme araçlarından koparılmış olup bunları elde etmek içinde kendi yaşamsal eylemini sürekli satmaktan başka çaresi olmayanlar şeklinde tanımlanır. “Emek gücü kendisini üretim araçlarından ( bizzat emek gücünü üretme aracı olarak geçim araçları da dahil olmak üzere) ayrı bir durumda bulur, ve bu ayrışma sadece emek gücünün üretim araçlarının sahibine satılması ile aşılabilir.”(25)
Bordiga bu durumu proletaryanın yeniden üretimini, ve sefaletin döngüsel, dinamik yeniden üretimini göstermek için “birikimsiz [without reserves]” ibaresi ile özetlemişti. İşçiler bir ücret alır, belkide yüksek bir ücret, fakat bu ücret tükenir tükenmez, yaşamak için kendi yaşamsal eylemlerini satmaktan başka çareleri olmadıkları başlangıç koşullarına geri dönerler.
“Basit birikimi ile kapitalizm, herkesin evini, arazisini, dükkanını ve cüzdanın boşaltır, ve herkesi gittikçe artan bir sayıda yoksullara, muhtaclara, birkimsizlere, mülksüzlere dönüştürür. Oları Marx’ın tanımı ile “ücretli köle” konumuna indirger. Hergün, o gün içinde kazandığı kadarı ile yaşamak zorunda olan mülksüz proleterlerin sayısındaki kesin ve görece aşırı artış nedeni ile, sefalet [miseria] büyür ve refah belli bir yerde yoğunlaşır. Belli sektörlerden, belli ülkelerden olan kimilerinin ücretleri, genelevi, sinemayı, ve en büyük sevinç kaynağı Unita(26)’ya aboneliğı mümkün kılması ekonomik olguyu düzeltmez. Proletarya ücretler düştüğünde daha fakir olmadığı gibi, ücretler artıp fiyatlar düştüğünde de daha zengin olmaz. O çalıştığında işsiz olduğu zamankinden daha zengin değildir. Herkim ki ücretli işçiler sınıfına [salaria] düşer, o kesin ve değişmez bir şekilde fakirdir.”27
Salt tüketim seviyesinden başka bir şey olarak, refah ve sefaletin bu kavranışı, buzdolapları, renkli TV’leri ve paket tatil programları ile birlikte modern topumlardaki proletaryanın içinde yaşadığı “yeni sefalet”in durumcu analizini hatırlatır.
Marx “Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, Giriş”te şöyle demişti, “...proletarya..., toplumun hoyrat yıkımından ve orta sınıfın yıkılmasından gelen insanal yığından oluşur” Proletaryanın orta sınıf kökenine ilişkin bu tanımlama, “Ekonomi&Politik Elyazmaları”ndaki işçinin emeğinin ürününden yabancılaşması ile ilgili yorumlar ile bağlantılıdır.
“... İnsan kendisini sadece entellektüel olarak, bilicinde değil, ama kendi etkinliğinde ve gerçeklikte yeniden üretir, ve bu nedenle kendisini bizzat kendi yarattığı bir dünyada izleyebilir. Ürününün nesnesini ondan kopararak yabancılaşmış emek, bunun sonucunda bireyi, kendi toplumsal yaşamından da koparır...”
İşçilerin kendilerini ürünlerinin ortaya çıkarmaları sırasında yarattıkları fikri gerçek modern endüstride neredeyse tamamen akıl almazdır. Birçok işçi kollektif olarak ürettiği ürünü zorlukla tanır. Üretime doğrudan dahil olduklarında ise, iş bölümü öyle keskindir ki, üretim sürecinde bireyselliklerini kurabilecek bir alan bulamazlar. Bu Marx’ın zamanında böyle değildi. O zamanlar, küçük burjuva üreticilerin, tek bir kapitalist yararına proleterler gibi üretim yapmak için bir araya getirilmeleri söz konusuydu. Veya, hatta küçük burjuvazi yada üretici işçiler fabrika şeklindeki toplumsal kurumun içinde bir araya getiriliyordu. Orta-sınıfın parçalanmasının sonucu oluşan bu yeni proleterler, daha önceden kendilerinin sahip olabileceği ama artık kapitalist tarafından ele geçirilen emeklerinin ürünleri karşısında yabancılaşmayı gerçekten de doğrudan hissettiler. Burada Marx’ın teorisindeki, basit fakirleşmenin ötesindeki yabancılaşmanın önemi görülebilir. Yabancılaşma hala proletarya için belirleyici bir ön-koşuldur, ama bugün çok daha şiddetli bir biçimdedir. Günümüzde, işçi ürününden o derece yabancılaşmıştır ki onun kendi ürünü olduğunu zorlukla anlar. Kendi kendini ürününün üretimi süreci ile tanımlamanın kendisi, tamamen yabancı bir kavramdır. O başka bir dünyaya aittir.
21. Yüzyılın İçine
Ne kadar önemli olsada ve zamanın gerçek sınıf mücadelesini ne kadar simgeselleştirsede 1920’lerde yada 1940’larda yazılmış makaleleri tartışırken belli sorunlar ortaya çıkıyor. Elbette, farklılaşan eğilimlere bakmak ve bir şekilde onları aşmak mümkündür, fakat onların artık geçmişte kalmış bir zaman ait olduklarıda göz ardı edilmemelidir. Alman ve İtalyan Solları’nın analizlerinden beri geçen on yıllarda kapitalist toplum hem niteliksel hem niceliksel olarak muazzam şekilde gelişmiştir. Savaş, televizyon, ulaşım araçları, sosyal demokrasinin gelişimi, “Sovyetler” Birliğinin tarihi, sömürgeciliğin bitişi gibi konularda birçok değişime işaret edilebilir. Son bir kaç on yılda konuyla ilgili olarak gelişen bir önemli özellik de, geçici ve sözleşmeli emekteki artış ve iş güvenliğindeki genel düşüş ile birlikte esnekleşmenin, kısık üretimin, “yeni ekonomi”sidir. Bu değişimler sermaye tarafından kısa dönemde emeğin sömürüsünü optimize etmenin bir yolu olarak getirilmiştir.
Diğer toplumsal, kültürel ve politik değişimlerle birlikte, emeğin örgütlenmesindeki bu değişikliklerin, bir bütün olarak işçinin kendisini işi ile tanımlasındaki bir düşüşle birlikte, üretici bilincindeki düşüş şeklinde beliren sonuçları olmuştur. Günümüzde, en azıdan Birleşik Devletler ya da Birleşik Krallık gibi ülkelerde, insanların kendilerini “fabrika işçisi” yada “matbaacı” yada sadece “işçi” olarak tanımlaması gittikçe ender bir durum olmaktadır. İşçilerin kendi belirli meslek veya işkollarında bir anlam bulmaları azalan bir eğilim oluyor. Bunun yerine işçileri işi, her zamankinden daha fazla, sadece bir amacın aracı olarak görmekteler. Taşeronlaşma sermaye tarafından, işçilere karşı “sorumluluklarını” zayıflatmanın bir yolu olarak, teşvik edildi, fakat işçilerin kendilerini “kendi” işleri veya “kendi” patronları ile tanımlamalaktan çok daha fazla uzaklaşmaları ile sonuçlandı. Bu şekilde sermaye “işçi sınıfı” terimi ile kast edileni kısmen yada hatta (eğer kısmen sosyolojik anlamı kast ediliyorsa) “proletaryayı” bile şimdiden çözmeye başlamıştır. Eğer durum buysa o zaman “Parti ve Sınıf”tan, “Proletarya Diktatörlüğün”den bahsetmek niye?
Komünizm her zaman proletaryanın kendisini ortadan kaldırması yoluyla, bütün sınıfların ortadan kaldırılmasını hedefler. Kapitalizm her zaman, kendisini evrenselleştirdikçe, sınıfları (küçük burjuvazi, köylülük, aristokrasi v.b.) dağıtmaya yöneldi. Sınıfların bu dağılışı bizi, sosyolojik anlamda bir işçi sınıfı ve burjuvazi ile değil sermaye ve onun birey olarak gözden çıkarılabilir görevlileri(CEO’lar, yöneticiler, yüksek düzeyli devlet memurları ve diğerleri) karşısında gittikçe büyüyen proletarya ve artan oranda proleterleşen bir insanlık ile karşı karşıya bıraktı. Emeğin olumlu yanını, işin değerlerine karşı saygıyı, işçi sınıfı kimliğini yeniden diriltmeye çalışan her türlü girişim, gericidir, ve anti-komünisttir. Komünizm her zaman, bugün hiç bişey olan ama yarın her şey olmsı gerekenlerin, bütün toplumu özgürleştirmeden kendilerini özgürleştiremeyecek olan yabancılaşmışların hareketidir.
Son Sözler
Bordiga ve Pannekoek, sırasıyla İtalya ve Almanya’daki proleter hareketlerin ulaştığı en yüksek noktalarını teorize etmişlerdir. Bordiga’nın teorisinin güçlü yanları (örneğin demokrasinin eleştirisi) kadar taktiksel başarısızlıkları da (örneğin sendikalar sorununda) proleter hareketin bir ürünüdür. İtalyan Solu’nun eleştirisinin tamamlanmamışlığı ve Hollanda Solu’nun tezleri ile tadil edilmesi ihtiyacı, deneyimlerinin ulusal temelliliğinin ve sınıf mücadelesinin İtalya’da aldığı belirli şeklin sonucudur. Benzer şekilde, Almanya’daki hareketi analiz eden KAPD’nin en önemli teorisyeni Pannekoek’in metinleri de, tek bir bireyin fikirleri olarak değil, Almanya ve Hollanda’daki hareketin ifadesi olarak değerlendirilmelidir. ICP ne kadar eneternasyonalist olursa olsun, Almanyadaki hareket ile aynı sınıf mücadelesinin içinden geçmemiş ve sonuç olarak da, özellikle sendikalar konusunda, aynı teorizasyonları üretmemiştir. Gerçekte bu taktiksel yetersizlikler Bordiga’nın parti teorisinin öğelerini doğrular. Partinin, sınıfın bütün kesimlerinden proleterleri birleştirmesi ve sınıfın içindeki bütün radikal eğilimleri sentezlemesi gerekir. ICP’nin ve KAPD’ın ulusal temeli, sınırlamaları da dahil olmak üzere, onların teorilerinin özgünlüğünün nedenidir.
Yirminci yüzyılın en radikalleri arasındaki bu iki hareketin incelenmesi, onların kendilerine has sınırlılıklarının ötesini gösterir. Komünizm ne “işçi konseyleri iktidarı”, ne öncü partinin diktatörlüğü, ne de önceden belirlenmiş kendinden menkul bir örgütsel formdur. Komünizm “işçilerin öz-eylemi” yada “program” da değil fakat, açık bir şekilde komünist programı yeniden yaratan yada yeniden yürürlüğe sokan bir proleter öz eylemliliğidir. Önemli olan örgütlenmenin şekli değil, tam olarak neyin örgütlendiğidir; gerekli olan komünizasyondur, insanlığın şu anda sermaye tarafından yabancılaştırılmış olan yaşamı kollektif olarak geri alması ve dönüştürmesidir. Fakat burada tartışılan, örgütlenme (parti, sendika, sovyet), bilinçlilik, sınıf konuları teorik düzeyde çözümlenemez. Önceki sınıf mücadeleleri esnasında gelişen teoriden öğrenmek mümkündür, fakat Pannekoek ve Bordiga’nın koyduğu soruları sadece gelecek olan bir hareket çözebilir veya ilerletebilir. “Bize göre komünizm kurulması gereken bir durum, gerçekliğin uyması gerekecek olan bir ideal değildir. Biz komünizmi şeylerin bugünki düzenini yıkacak hareket olarak adlandırıyoruz. Bu hareketin koşulları şu anda yürürlükte olan öncüllerin sonucudur”(28). İlkenin saflığı adına varolan mücadeleleri reddetmek, komünizmi, devrimi reddetmektir. “Gerçek hareketin her adımı bir düzine programdan daha önemlidir”(29). Devrim, şu anda sadece edebiyatta yada insanların kafalarında yaşayan ütopyaların gerçek dünyada zuhur etmesi değildir. O kimi mutlak ilke yada ilkelerin ortaya konması değildir. Komünizm gözlerimizin önünde gelişen, çoktan başlamış olan bir yaratım, insanlığın yaratımıdır. Proletarya basitce, yaptığı hatalardan dersler çıkarıp “öğren”mez. Zorunluluktan doğan bu mücadelelerin bizzat kendileri komünist hareket için, hem toplumun hem bilinçliliğin değişimi için gereklidirler. Zayıflıklarına rağmen, bu metinlerin yazıldığı zamanın üzerinden geçen yıllarda değişen koşullara rağmen, Pannekoek ve Bordiga hala önemlidirler, çünkü onlar zamanlarındaki gerçek hareketleri ifade edebilmişlerdir.
Dipnotlar
1)Zamanında İtalya’da Maximalizm, devrimci dilinde reformize karşılık geliyordu. Bu Maximalizm’in devrimci bir akım olduğu Rusya ile tam bir tezat oluşturur.
2) Proletaryanın “rezervi olmaya” bir sınıf olduğu analizndeki hata 2.DS sonrasında düzeltilmiştir Marxizmo e Miseria . Bakınız aşağıda.
3)Öz-yönetimin politik ekonomisi ve politikaları için bakınız Lip and the Self-Managed Conuterrevolution Negation
4)Seize Power or Seize the Factory?
5)F. Perlman&F.Greoire, Workers-Students Action Committees
6)ibid.
7)ibid.
8)Wildcat, Outside and Against the Unions
9)O. Rühle, From the Burgeois to the Proletarian Revolution
10)B. Winslow, Syliva Pankhurst, Sexual Politics and Political Activizm
11)S.bologna, Class Composition and the Theory of the Party at the Origins of the Workers’ Council Movement
12)J.Camatte, Comunity and communism in Rusia
13)Bir çok kopuş ve isim değişikliğinin detayları için bakınız, Italian Communist Left
14)A. Bordiga Considerations on the party’s organic activity when the general situation is historically unfavourable. 1965
15)A. Bordiga,1926, İntervento alla commissione politica per il congresso di Lione. Bu pasajın biraz farklı bir çevirisi Gramsci - Political Writings 1920-1926’da çıkmıştır.
16) Bakınız Lenin, Ne Yapmalı?
17)Pannekoeki Massenaktion und Revolution, 1912, Bricaner, sf;126
18)Marx’tan Freiligrath’a, 1860
19)Bir denizci ayaklanmasının nasıl katı merkezi bir tarzda örgütlendiğine içeriden bir konsey komünistinin tanıklığı için bakınız, örneğin, The Wilhelmshaven Revolt.
20)Race Traitor dergisi ile ilişkili bir çevre bazı önemli çalışmalar ortaya koymuş bulunuyor. Bakınız How the Irish Became White, Ignatiev. Diğer ilginç bir çevre için bakınız, Wages for Housework, ve özelliklede S.James ve Della Costa’nın yazıları. Bunlar proletarya arasındaki çatışmalara derinlemesine ve ayrıntılı şekilde bakmaları noktasında benzer güçlü yanları taşıyor, ama kendi özel çıkar gruplarını aşırı vurgulamaları noktasında da benzer zayıflıkları taşıyorlar.
21)Marx, Critical Notes on the Article “The King of Prussia and Social Reform. By a Prussian”
22)ibid.
23)Marx,The Poverty of Phylosophy[bakınız: sol yayınları/ felsefenin sefaleti]
24)Bordiga,Doctrine of the Body Posessed by the Devil
25)Marx,Capital, volume II, chapter 1[bakınız: sol yayınları/ Kapital ikinci çilt bölüm bir]
26)The Communist Party daily paper
27)Bordiga, Marxismo e Miseria
28)Marx&Engels, The German Ideology[bakınız: sol yayınları/ Alman ideolojisi]
29)Marx, Letter to Bracke, 1875
Turkish translation of 'Bordiga versus Pannekoek'. Taken from the Antagonism website.
Comments